Tolstoy’un BİSİKLETİ

Posted in Uncategorized on 26 Kas 2022 by buyukakin

Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” (1)

okuyan herkese dokunacak bu satırlar, tüm zamanların en büyük roman yazarlarından biri sayılan Lev Tolstoy (1828-1910)’un Anna Karenina’sının ilk cümlesi ve hatta kimilerine göre edebiyat tarihinin en iyi 100 giriş cümlesinden biridir.

Büyük yazar daha ilk cümlesinden, mutluluk kadar mutsuzluğun da, aile yaşamının normali olduğunu ve hatta daha da ilginç olduğunu, ilan ediyor okuyucusuna. İşin ilginç tarafı sadece Anna Karenina’nın değil, edebiyat tarihçilerine göre kendisinin de hayatının son döneminde, örneği az rastlanan mutsuz bir özel yaşamı olmuş.

Tolstoy üzerine yazmanın sebebi edebi dehası değil, “bisikleti” aslında…

Bisiklet sürmeyi öğrenme hikayesi…

Yazar 67 yaşında 7 yaşındaki oğlu Vanichka’yı kaybeder ve yaşadığı derin üzüntüden çıkmasına yardımcı olması için Moskova Bisikletseverler Derneği, yazara bir bisiklet hediye eder. Tolstoy, evladının yası ve 67 yaşı bir yana, kendini bu işe verir ve günlük işlerini bitirir bitirmez, köylülerin şaşkın bakışları altında her sabah evinin bahçesi boyunca bisiklet sürer…

Eh işte öğrenmenin yaşı yok biliyorsunuz, türünden basmakalıp girmeyelim bu sıra dışı hikayeye… hele bir de, 1895 yılının Rusya’sında, Avrupa değil bahsettiğimiz, bembeyaz, uzun sakaliyla Tolstoy’un iki teker üzerinde dengesini bulmaya çalışması, tek kelimeyle etkileyici… Bugüne uyarlamaya çalışıyorum zihnimde, biraz haksızca olacak tabii onca modernite algısı var arada ama olsun biz yine hayal edelim… Seksenlerine merdiven dayamış babalarımızın, dedelerimizin segway’in üstüne çıkması gibi göründü gözüme.., ve hatta daha zor dengeyi bulmak açısından.

Yaşına başına bakmadan giriştiği işi eleştirenlere karşı Tolstoy’un şöyle dediği rivayet olunur.

“Öyle sanıyorum ki, neşemi, tasasızlığımı paylaşmak benim hakkımdır ve bir çocuk gibi kendinden memnun olmanın yanlış bir tarafı olamaz.”

çeviri üstüne çeviri nedeniyle anlam kayması artmasın diye İngilizcesinden de buyurunuz..

“I feel that I am entitled to my share of lightheartedness and there is nothing wrong with enjoying one’s self simply, like a boy.”

(2)

Çocukluğumdan beri bisiklet sürmekten çok keyif aldığımdan, Tolstoy’un coşkusunu anlamak hiç te zor değil… Mümkün olan en yalın, az donanımlı halinizle, en yüksek seviyede rüzgarı, toprağı, kokuyu hissederek özgürce süzülüyorsunuz…

Öğrenme yollarında iz sürerken rastladığım bu hikayeyi hemen sizinle paylaşmak istedim.

“Bu yaştan sonra olur mu” falan demeden yeni öğrenmeler yoluyla insanın kendini bulmasına, fark etmesine ve hatta çocuk gibi mutlu olmasına engel yok demek ki…

Son söz, 2 değil 4 teker üzerinden insanları özgürleştirme yollarını açan, Henry Ford’dan gelsin… (Biliyorsunuz Henry Ford’un yürüyen bant tekniğinde ürettiği Model T ile otomobil pahalı bir merak olmaktan çıkmış, kitlelerin ulaşım aracı haline gelmişti.)

“Öğrenmeyi bırakan yirmisinde de sekseninde de yaşlıdır. Öğrenmeye devam eden genç kalır. Zihni genç tutmak en büyük meziyettir. – Anyone who stops learning is old, whether at twenty or eighty. Anyone who keeps learning stays young. The greatest thing in life is to keep your mind young.”

Dip not

Tosytoy’un kuram olmuş “bisiklete binmeyi öğrenme hikayesi”ni çok sevdiğim gibi yine çok severek tekrarladığım bir İngiliz  özdeyişini sizinle paylaşmak isterim : “Hiçbir zaman başlamak için geç değildir”.

Hele başkaları -bu yaşda- “bana ne der?” gibi  dar sokaklardan kendinizi uzak tutun.  

Kırlar,  sahil, geniş caddeler sizin.. Yeter ki dışarı çıkın.

Denemezseniz,  başarıp başaramayacağınızı bilemezsiniz…

Başarmaya inanın. Tolstoy  67 yaşında başardı, siz de başaracaksınız

Herkese   güneş, oksijen ve esenlik dolu günler..

buyukakin_ 26.11.2022 istanbul

(1) stylist.co.uk, http://sabitfikir.com/haber/edebiyat-tarihinin-en-iyi-100-giris-cumlesi

(2) Aydan Çelik’in “Bi Tur Versene” kitabında Yer alan `Tolstoy’un Bisikleti` Çizimi

“Tolstoyun Bisikleti” makale kaynak : Seçil Sayın Kutluca _ http://yasamboyuogreniyorum.blogspot.com/2016/04/tolstoyun-bisikleti-butun-aileler.html

Bir katilin anatomisi..

Posted in Uncategorized on 20 Ara 2016 by buyukakin

unnamed

Bir katilin anatomisi..

Adı, Mevlut Mert ALTINTAŞ. 1994 doğumlu. AKaPe’nin iktidara geldiği 2002’de 8 yaşında idi..  İzmir Rüştü Ünsal Polis Okulu mezunu olduğu,  FETÖ’nün Körfez Dershanesi’nde okuduğu,  eğitim gördüğü dönemde ve sonrasında bağlantıda bulunduğu alt, üst ve kendi devresindeki emniyet personelinin FETÖ üyesi olmak suçlamasıyla meslekten ihraç edildikleri öğrenildi.

Soru: Fetullah Gülen kim ve nerde yaşıyor?; TR deki mevcut kadrosunu iktidara  muazzam bir işbirliği ile kimle taşıdı?;  Devlet kadrolarına ajan provakatör tetikçileri kim yerleştirdi?

Yanıt: Ciya Elementi ve Pensilvanya’da  yaşıyor; Mevcut hükümeti 2002’de iktidara taşıdı; Devlet kadrolarına kendi ajan provakatör ve tetikçilerini yerleştirdi; 15 Temmuzdan bu güne dek, 672 Sayılı KHK  ile tespit edilen FETÖ bileşeni 50 Bin 875 Kamu Personeli, Memuriyetten atıldı. En az bir bu kadarı da Sivil Asker, Yargı Polis kadrolarında hala görevde.  FETO ve işbirlikçilerine finansal alt yapı sağlayan, banka, şirket, sair onlarca ticari işletmeye el konuldu…

Web portallarında, wiki leaks paylaşımlarında  çarşaf çarşaf dolaşan  (her türlü kirli  işlerini deşifre eden e-mail, video,  evrak, döküman vs.) bu bilgileri bilmeyene ise“ahmak” gözüyle bakılıyor..

Mevlut Mert ALTINTAŞ, Rus Büyükelçi Andrey Karlov‘u , ABeDe Büyükelçiliği’nin (sadece 150 mt ilersinde)  karşısındaki  Ankara ÇSM_Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde öldürdüğü  gün;   Üzerinde beyaz gömlek, siyah gravat ve takım elbiseli, temiz traşlı matrix filminden fırlamışcasına  tam bir katil ajan  görünümlü ve henüz 22 yaşında ..

14 yıllık AKaPe iktidarındaki süreçte, zamanında FETÖ güzellemesi düzen ve onun işbirlikçisi, dolar milyoneri gemicik sahibi din baronları ile coniler ve ağabeyler tarafından “beyni iğdiş edilmiş”, Türkçesi “beynine tecavüz edilmiş” bu katil;  Aramızda, masum genç, yaşlı, çoluk cocuğun arasında dolaşan binlerce “ölüm hücresi üyesi”nden sadece biri…

Sahibinin, “öl, öldür” dediğinde, ölecek, öldürecek; Cahil, insan olmaktan çıkmış, global emperyalizm ve yerli işbirlikçisinin silahı..

Görevi , mutlak iteatle “tehdiş ve terör”, yani korku ve endişe yaratmak, katliam yapmak.. Halkı bilincine, bu korku ve endişe sarmalı ile girip, “kurtuluşun faşit tek adama biat” olduğu fikrini sokmak.. Önce halka, sonra yabancı misyon şeflerine yönelen bu bumeranglar, şimdi de iktidar elemanlarına dönmek üzere..  Hepsinin yüreği üç buçuk atıyor..

Rus Büyükelçi Andrey Karlov’u katlettikten sonra “Polis, korumalar nerde? Gelin beni  ödürün” diye haykıracak kadar  sapkın bu  katil, bu sistemin bir ürünü..

Ve aslında “yaşarken ölmüş bir zavallı..”

Korkma, Uyan..

Faşizme, korkuya, ölüme, baskıya, diktaya teslim olma.
Her türlü terörü, zulmu uygulayan, tüm paydaş vekillerini, ona oy verenleri, vermeyenleri, iktidarı uğruna uçuruma sürükleyen bu sivil diktaya ; dil, din, ırk, meshep, sosyal katman farkı gözetmeksizin yurtsever TC yurttaşı kimliğinle diren.

Sen halksın;
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrk başı gibi uzanan, bu memleket, bizim.”(*)

Korkma;
“Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak, ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.”(*)

Sokağa çık;
“Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim…”(*)

Demokratik protesto hakkını kullan;
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.”(*)
Yargılanma endişesi ile titreyen, altına sıcacak kadar korkan bu oligark’a karşı dur!
Yıkılmasına _ülkede kalırsa demokratik olarak yargılanmasına_  ya da kaçmasına çeyrek var, inan!

buyukakin
20.12.2016 istanbul

(*) Davet_Nazım Hikmet Ran

Faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı?

Posted in Uncategorized with tags , on 09 Ara 2016 by buyukakin

1293445598

Prof.Dr.Timothy D. Snyder’ _ Yale Üniversitesi ABD

Yale Üniversitesi’nde Holokost (Yahudi Soykırımı) çalışmaları yürüten Profesör Timothy Synder’in faşizm koşullarına göre nasıl yaşanması gerektiğini anlattığı öğütleri:

1. Öğüt

Otoriterliğin gücünün büyük bir kısmı bizim ona kazandırdığımız bir güçtür: Şimdilerde yaşadığımıza benzer zamanlarda, baskıcı bir hükümetin uygulamaları yüzünden zarar görmekten çekinen insanlar o hükümetin kendilerinden daha neler isteyebileceğini düşünürler. Hükümet bunları talep etmeyi henüz aklına getirmemiş olabileceği veya göze alamadığı halde, insanlar kendilerine uygulanacağını hayal ettikleri baskıya göre hareket etmeye başlarlar.

Öngörüye bağlı itaat, hükümete halka daha fazla ne yapılabileceğini işaret eder ve özgürlüğün kaybını hızlandırır.

Bunu şimdiye kadar yapmış olabilirsiniz, bundan sonra yapmamaya dikkat edin.

2. Öğüt

Elde kalan kurumları savun. Savunulacak kurum bir gazete, bir okul, bir üniversite, bir sivil toplum örgütü, bir dergi, bir sanat kurumu, bir dernek olabilir. O kurumlarda etkin olmaya çalış, hiç olmazsa varlığını hissettir. Bir davayı takip et. Bir gazeteyi satın alarak yaşat. Biz kurumları sahiplenmezsek, onlar için ve onlar adına harekete geçmezsek kurumlar hiçbir zaman bizim olmazlar. Kurumlar kendi kendilerini savunamazlar. Baştan beri sahiplenilip savunulmazlarsa faşizm geldiğinde kurumlar domino taşları gibi düşerler.

Ek: Başkalarıyla mutlu hayat ancak adil kurumlar varsa mümkündür diyor Paul Ricoeur. Kendi hayatına çekilmek, kendini toplumsal olayların akışına teslim etmek sana mutluluk getirmez, çünkü kurumsal adaletin olmadığı yerde mutluluk da yoktur. Mutluluk içte yaşanan bireysel bir ruh haline indirgenemez.

3. Öğüt

“Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır.” (W. Benjamin)

Faşist rejimlerde devlet liderleri kötü örnek oluştururlar: Onların muktedir kıldığı bazı kişilerin artık yasaya uymama özgürlüğü vardır. Bazı kişilere, gruplara rant, talan, yalan özgürlüğü verilmiştir; zayıflara da sadece yalanlara inanma, katledilme, tecavüz edilme özgürlüğü kalmıştır.

Böyle zamanlarda, normal halde işler düzgün yürüdüğü için kullanılması pek gerekmeyen meslek ahlakı dilinizi hatırlayın. Meslek ahlakı, adil pratiği savunmaya yarar. Avukatlar işini iyi yaparsa, yargıçlar işini iyi yaparsa bir hukuk devletini yıkmak zorlaşır. Bu diğer kurumlar için de geçerli. Kurumlar insanlar sayesinde vardır. Meslek ahlakı, muktedirin sizden yapmanızı talep ettiği yanlış işleri niye yapamayacağınızı gerekçelendirmeye yarar.

4. Öğüt

Politikacıları dinlerken bazı kelimeleri nasıl kullandıklarına dikkat edin. Bu kelimeleri sorgulamayı öğrenin. “Terörist”, “vatan haini” gibi kelimeler çok geniş bir anlamda kullanılmaktadır. “Olağanüstü hal”, “aciliyet” gibi çok önemli kavramları duyduğunuzda uyumayın.

Olağanüstü halde hükümet yetkililerine göre terör, devletin bekasına karşı olduğuna hükmettikleri tutumların bütünüdür. Küçük bir çocuğun yaptığı yaramazlık, mini etekli bir kadın, öpüşen eşcinsel bir çift, bir popstarın bir mitinge katılma davetini geri çevirmesi, facebook’ta bir haber sitesinde çıkmış bir haberi paylaşmak, barış için verilen bir imza, bir gazeteyi okumak, sembolik dayanışma eylemleri terör ile yan yana getirilebilir. Terör unsuru olarak algılanan şeyler yeri geldiğinde taş, sopa, flama veya bir baret dahi olabilir.

Peki, gerçekte terör nedir? Terörist diye kime denir? Teröristlerin amacı veya hedefi nedir?Terör kelime anlamıyla herhangi bir amaç uğruna, konu ile ilgisi olmayan bireylere yöneltilmiş şiddet eylemlerinin bütünüdür. Terörist siyasal davasını kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak davranışlarda bulunan, eylemler yapan kimsedir. Politikacılar, gazeteciler, yazarlar terörist değildirler.

Yurtsever dil kullanılarak şiddete başvurmayan insanların “terörist” olarak adlandırılıp dışlanmasına veya cezalandırılmasına öfkelenin, öfkenizi uygun bir dille ifade edin.

5. Öğüt

Akıl almaz şeylerle karşılaştığında, örneğin ülkede bir yerde bir canlı bomba patlayıp yüz kişi öldüğünde veya başka bir terör eylemi gerçekleştiğinde sakin ol ve şunu hatırla: tüm otoriter rejimler, iktidarlarını daha da sağlamlaştırmak için böyle saldırılara gerek duyarlar, sivillerin zarar gördüğü böyle olaylara göz yumar, kışkırtır, hatta planlar ve gerçekleştirirler. Bu olaylara tanık olan insanlar korkacak, endişeyle yaşayacak, hayatlarını daraltacak, özgürlüklerini daha az talep edecek, kendiliğinden hareket etme güçlerini, bir araya gelme isteklerini kaybedeceklerdir. Bu duygulara kapılan bir halkın, güvenlik gerekçesiyle özgürlükleri elinden alınsa bile güçlü bir lideri destekleme eğilimi artar. Reichstag yangınını düşün. Hitler bu olayı bahane ederek güçler ayrımını ve dengesini ortadan kaldırmış, çok partili siyasal hayatı sona erdirmiştir. Bu eski bir oyundur, bu oyuna gelme.

6. Öğüt

Dile özen göster. Herkesin kullandığı cümleleri kullanmaktan kaçın. Herkesin söylediği bir şeyi söyleyeceksen bile onu nasıl söyleyeceğine kafa yor. Sadece ne dediğin önemli değil, nasıl dediğin de çok önemlidir. Faşizme karşı mücadele faşistlerin kullandığı dili kullanarak yapılamaz. Düşünen, kavramaya çalışan, kavramsallaştıran, sorgulayan, şüphe eden, ötekini dinleyen, duyan, hisseden, hatta konuşturan bir söyleme biçimi edinmeye çalış. Toplumsal olaylar karşısında kitlelerin kapıldığı heyecan, hiçbir ‘şok’ seni bu dilden vazgeçiremesin. Tepki dilini o anda kuramıyorsan tepki verme, daha sonra konuş.

Küfretme: küfrün kadın nefreti, cinsiyet temelli nefret söylemi, erkek iktidarını güçlendiren bir dil olduğunu aklında tut. Küfür, öfkesinin sebeblerini açıklayacak kadar düşünmeye ve konuşmaya vakti olmayanların çaresizliğidir. Lümpen faşistler böyle konuşur. Öfke dilini kullan, öfkeni ifade et, fakat bunu yaparken düşünmeyi bırakma.
Yatmadan önce internete girme. Elektronik aletlerini yatak odası dışında bir yerde şarj et ve oku. Bunun sebebi şu: Sadece sosyal medya okumamalısın. Düşünce dilini inceltmek, geliştirmek için kitap okumalısın. Yaşadıklarımızı daha iyi düşünmek için ne okumalı? Belki Václav Havel’in Güçsüzlerin Gücü’nü, George Orwell’in 1984’ünü, Czesław Milosz’un Tutsak Edilmiş Akıl’ını, Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan’ını, Hannah Arendt’ın Totalitarizmin Kaynakları’nı ya da Peter Pomerantsev’in Hiçbir Şey Doğru Değil ve Herşey Mümkün’ünü.

7. Öğüt

İtiraz et. Birileri etmeli. Doğruyu söyle. Birileri doğruyu söylemeyi göze almalı. Bu senin karakterin için de önemli. Ne fazla gözü kara ol ne de çok korkak biri: Cesaret söyleyeceklerini doğru zamanda, uygun bir dille söyleyerek iki uçtan kaçınıp ortayı düşünerek bulmaya denir. Elbette hiçbirimiz kendimizi kolayca ele vermemeli, hapse girmemeye çalışmalıyız. Ama biz bile konuştuğumuz için hapse giriyorsak dışarısı içerisinden çok daha kötü hale gelmiş demektir. İnsan cesurca konuşa konuşa cesur biri olur. Bunu yapamazsak, yavaş yavaş yalanların içinde kendimizi de kaybederiz. Zamanla bizden eser kalmaz. En büyük kayıp hakikatin kaybı, kendiliğin kaybıdır.

Sözde ve davranışta etrafa uyum sağlayarak, sürüden biri gibi davranmaktan vazgeç. Çoğumuza çocukken öne çıkmamayı, göze batmamayı, böylece daha az zarar göreceğimizi öğretmişlerdir. Şimdi farklı bir şey yapmak ya da söylemek insana kendisini garip hissettirebilir. Çoğunluk susarken konuşmak seni tedirgin edebilir. Fakat zaten artık herkes tedirgin değil mi? Tedirginlikle yaşamayı başarıyorsak biraz daha tedirgin olmayı göze alabiliriz.

Aslında içinde bulunduğumuz şartlarda, bu huzursuzluk olmadan özgürlük mümkün değil. Sen bir örnek oluşturduğunda, sessiz çoğunluktan olmanın efsunu ortadan kalkar, korku eşiği daha kolay aşılır, diğerleri de seni takip edip itiraz etmeye başlayacaktır.

8. Öğüt

Doğru ile yanlışın birbirinden ayırt edilebileceğine, gerçeği bulabileceğimize ve doğruyu söyleyebileceğimize inan.

Gerçeğe ulaşma çabanda seni yoran, umutsuzluğa kaptıran, hakikat arayışından vazgeçmene sebep olabilecek bir bilgi kirliliği, siyasi çarpıtma, algı operasyonu, savaş propagandası var. Ülkede medya iktidarın söyleminin dışına çıkamıyor. Farklı düşünen gazetecilerin çoğu hapiste. Gerçeğe savaş açılmış sanki.

Medyaya bakarak savaş bölgelerinde ne olduğuna karar vermek zor. O bölgede çıkarları olan veya bilfiil savaşan devletler kendi amaçları doğrultusunda açıklamalar yapmaktalar. Sivil halktan kişiler kendi deneyimlerini aktarmaya çalıştıklarında onlar da, terörist olmakla suçlanıyor. Sosyal medyada muktedirlerin binlerce trolü dolaşıyor, sırf söyleme aykırı deneyimlerin bize iletilmesini engellesinler, biz gerçeğe ulaşamayalım diye.

Faşizmde yalanın toplumsal olarak örgütlendiğine tanıklık ederiz. Halkın bir kısmının bunu fark ettiğini, kabul ettiğini ve artık hakikatle, gerçekle, olgularla ilgilenmemeye başladığını hissederiz. Normal zamanlarda ahlaksızlık olarak görülen edimler artık kanıksanmaktadır. Muktedirin topluma söyledikleri yalanların, çelişkilerin, tutarsızlıkların, saçmalıkların artık önemi yoktur. Kitleler güçten yana olmayı varoluşunun koşulu gibi görmektedir.

Bu durumda sana da çeşitli söylemler arasında dolaşmak, farklı söylemleri, sözleri, yazıları birbiriyle karşılaştırarak hakikate ulaşmaya çabalamak kalmıştır. Her okuduğuna inanmaman, bağlamı gözden kaçırmaman, satır aralarını okuman, safsataları ayırt etmen, yapılan konuşmaların performatif boyutunu gözden kaçırmaman gerekir.
Dil gerçekliği şekillendiriyor elbette ve bunu yapmaya aday birden fazla dil var. Gerçeğe ulaşma çabanda başkalarının somut deneyimlerine, yaşananın diline öncelik vermeyi ilke edin. Tanıklıkları dinle.

Olgular çıplak değilse bile olgular yoksa özgürlük de yoktur. Eğer hiçbir şey doğru değilse iktidarı da kimse eleştiremez, çünkü eleştirinin bir zemini yoktur. Hiçbir şey gerçek değilse, herşey gösteriden ibarettir. Parası olan düdüğü çalıyor demektir.

9. Öğüt

Vatansever ol. Muktedirler vatansever bir söylem tutturabilirler fakat gerçekte vatansever olmayabilirler. Vatanseverler öncelikle hem gelecek kuşaklara hem de tüm canlılara yaşanabilecek bir doğa bırakmaya çabalayan kişilerdir. Vatanseverler kentleri kapitalist yağmaya karşı savunanlardır. Doğayı satılacak bir enerji kaynağı olarak gören, kenti zenginlere pazarlayan, kamu tesislerini ve fabrikalarını yabancı şirketlere satan, ahlaki ve siyasi yozlaşmayı önemsemeyen yöneticiler vatansever olamazlar.

Vatansever insanlar ülkede nasıl yeniden bir üretim ekonomisi kurulabileceğini düşünen, kurumları batırmaya çalışmak yerine yaşatmaya çalışan, ülke ekonomisinin batmasından herkesin, en çok da yoksulların zarar göreceğini bilen kişilerdir.

Eğitim çok kötü bir hale gelmiş, üniversiteler yozlaşmış olabilir: Yine de bu kurumları düzeltmek için elimizden geleni yapmalı, mücadele etmeye devam etmeliyiz. Ekonomi krize girmiş olabilir ama bankaların batmasını dilemek bir vatansevere yakışmaz. Halihazırdaki iktidar hepimize zarar veriyor ama zarar gördüğümüz için öfkelenip yaşadığımız yerin yok olmasını dilemek insanın kişisel olarak acılaşmasıdır.

Vatansever olmak evrensel etik değerleri sahiplenmeyi gerektirir. Yabancı düşmanlığını, batı düşmanlığını vatanseverlikle karıştırmamak gerek. Hangi kültürden gelirse gelsin eğer bir davranış doğruysa benimsenmeye değerdir. Hangi kültürde bulunursa bulunsun eğer bir davranış yanlışsa ondan vazgeçmek gerekir. Başkasından öğrenmek ayıp değil bir meziyettir. Gerçek vatanseverlik şovenizmi aşmayı gerektirir.

  • Çeviren/Derleyen: Prof. Zeynep Dİrek – İstanbul Üniversitesi
  • Kaynak:  

Sonbaharda Türkiye’yi bekleyen büyük tehlike nedir?

Posted in Uncategorized on 09 May 2016 by buyukakin

Ermeni Jenosidi

SoL Haber_ 28 Şubat’ta önemli görevler üstlenmiş bir bürokratla röportaj yaptık. Devlet içinde Kemalizmin tasfiyesi, AKP’nin devlet üzerinde süren egemenliğinin iç ve dış kaynakları, Türkiye’de aydınlanma mücadelesinin olanakları üzerine soL ile paylaştığı bilgi ve görüşlerini okurlarımıza sunuyoruz

Davutoğlu’nun tasfiyesi, devam eden Kürt Savaşı, Suriye meselesi ve kapıda bekleyen ekonomik tehditler… Türkiye yine önemli sorunlarla karşı karşıya. Diğer taraftan ülke İslamcılar eliyle adeta ahlaki bir çöküntünün içine itilmiş durumda. Gericilik, ikiyüzlü çirkinliğini her yerde sergiliyor. Büyük sorunlar, Davutoğlu’nun görevi bırakmasının ardından artık mutlak biçmde Erdoğan ismiyle ve bu isimle anılan “yeni rejimle” özdeşleşmiş durumda. Peki dünden bugüne yaşananlara bakıldığında, Türkiye çapında bir ülke nereye doğru sürükleniyor?

Yakın tarihin önemli dönemeçlerinden 28 Şubat sürecinde rol almış üst düzey bir bürokrat soL’un sorularını yanıtladı. Şu anda devlet içindeki dengelerde durum nedir, Kemalizmin bir gücü ve kadrosu kaldı mı, ordu ne düşünüyor, sermaye gelişmeleri nasıl yorumluyor, “Türk-İslam partisi ve liberal restorasyon partisi”nin mücadelesi ve tabii 28 Şubat’ta asıl olan neydi? Bunlar üzerine konuştuk.

İsimini gizlemek zorunda olduğumuz bürokratın söyledikleri, Türkiye’nin sonbahara kadar ciddi gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. Obama’nın Cerablus-Azez hattının IŞİD’den arındırılmasını Erdoğan’dan  istediğini belirten bürokrat, bunun karşılığında oraya kimin yerleşeceğinin belli olmaması (TSK, Kürtler, ılımlı muhalefet), IŞİD’in Türkiye’ye ne karşılık vereceği ve olası bir karışıklık durumunda ordunun tavrının ne olacağı gibi sorulardaki belirsizliklerin şimdiden öngörülemeyecek sonuçlar doğurabileceğinin altını çiziyor, konuğumuz.

14 yıllık AKP iktidarı bir İslam devleti kurmak için attığı adımları meşrulaştırmaya çalışıyor. En sık başvurduğu argüman ise “28 Şubat’ın yarattığı mağduriyetler” iddiasına dayanıyor. 28 Şubat sürecinde devletin inanç sahiplerini temizlediği izlenimi yaratıldı. 28 Şubat neydi?

28 Şubat, Kemalist bürokrasinin son hareketiydi. İslamcıların esas itibariyle kulağını çekmeye yönelik bir hareketti. Ilımlı saydığı unsurlara hiç dokunmadı. Mesela Fethullah Gülen’in şirketlerine, kadrolarına, derneklerine, vakıflarına hiç dokunmadılar. Bilakis Gülen o dönemde önemli imkanlar elde etti. Hem burjuvazinin yönelimi hem devlet güvenlik bürokrasisinin 80’den bu yana oluşturduğu ideolojik donanımı bu mücadelenin daha ileri gitmesine müsaade etmedi. Çünkü bürokrasi açısından bakılırsa, devletin güvenlik bürokrasisi MİT, polis, ordu ve devletin ideolojik aygıtı olarak tanımlanabilecek MEB ve Diyanet, 80’den beri bir Türk-İslam senteziyle endoktrine olmuşlardı. Böyle olunca mürteci hareketlerle mücadelede ideolojik bir bariyer ortaya çıktı.

Bunun 28 Şubat’a etkisi ne oldu?

28 Şubat sürecinde irticai vakıf, dernek ve şirketlerle ilgili denetim yapmakla görevli kurumlarda bizzat tarikatçılar vardı. Başbakanlıktaki kurulda Diyanet İşleri Başkanı da vardı. ‘Halkımız İslamı bilmiyor, halkımızın muzır tarikatlara gitmemesi için İslamı güçlendirmek lazım’ diyordu. İrticai vakıf, dernek ve şirketlerle bunları denetleme işiyle görevli kurumlar arasında yoğun ilişkiler vardı. Bu işin esas icra makamı olarak Başbakanlıkta kurulan kurul ve ona bağlı valilik ve kaymakamlıklardaki kurumlar Türk-İslam sentezinin kadrolarıyla doluydu, bunların bir kısmı doğrudan tarikatçıydı. Dolasıyla mücadeleyi yürütmekte gönülsüzlerdi. İrticai kurum ve kadrolarla mücadeleyi bir avuç sosyalist ve Kemalist yürüttü, onlar da AKP döneminde tasfiye edildiler.

28 Şubat’ın sonucu kısmi bir aydınlanma oldu mu?

Hayır, 28 Şubat operasyonu Türkiye’deki siyasal İslamcıları neo-liberalize etmeye yaradı. Amerika’nın büyük Ortadoğu projesine angajman, Avrupa Birliği’yle ilişkiler kurulması, IMF programının uygulanması, büyük özelleştirmeler dahil attıkları adımlarla bütün büyük sermayenin onayını aldılar. Toplumsal gücü bu projelere angaje ettiler. Her şeye rağmen AKP vasıfsız işgücünü, lümpen proleter köylülüğü, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerini kontrol edebilmektedir. Bu burjuvaziye eşsiz bir hizmettir.

Kemalistlerin devlette bir etkisi kalmadı mı?

Kürt hareketinin, liberallerin veya İslamcıların sandığının tersine 80’den sonra hem devletin baskı aygıtlarına hem ideolojik aygıtlarına Kemalizm değil Türk-İslam sentezi hakim olmuştur. Kemalist kadrolar yargıda ve üniversitelerde nispeten bulunmaya devam etti. 2010 referandumuyla bu da sona erdi. Hatta 2010 Mayısı’nda Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesi ve 2014 Martı’nda Ergenekon, Balyoz tutuklularının serbest bırakılmasından sonra Doğu Perinçek hareketinin dönüşümüyle Kemalizm’in siyasi temsili de sona ermiştir. Ancak bugün halkta laiklik, çağdaşlık, akla ve bilime bağlılık, kadın hak ve özgürlükleri gibi temel değerler güçlüdür ve yaşamaya devam etmektedir. Devlet Kemalizm’i terk etmiştir. Yerine gelen Türk-İslam sentezi, alaturka faşist bir ideolojidir. Yalnızca antikomünist değil aynı zamanda anti hümanist, anti aydınlanmacı, antidemokratiktir. Siyasal hak ve hürriyetler anlamında klasik liberalizme de karşıdır. Türk-İslam sentezi, hem baskıdır hem ideolojik aygıtların çekirdeğidir, AKP bunun bir varyantıdır.

Devlette Türk milliyetçileri ile İslamcılar arasında bir mesafe yok mu?

Türk-İslam sentezinin siyasal temsili AKP, MHP, Saadet, BBP’dir. Hem siyasi örgütlenme düzeyinde, hem toplumsal tabanları itibariyle, hem de kadro geçişkenliği anlamında iç içedirler. Mesela MHP’nin tarikatlarla ilişkisi sanıldığından daha yoğundur. Tarikatlarla ilişkiden sorumlu genel başkan yardımcıları var. Kürt meselesindeki barış ve çözüm süreci denilen süreçte Türkçülük yerine İslam öne çıktı, bir tür Türk-Kürt-İslam sentezi yapalım dediler. Hizbullah, Kürt-İslam sentezinin Güneydoğu’daki varyantıdır; Güneydoğu’nun ülkücüleridir. Fakat savaşla birlikte yeniden Türkçülük ile İslamcılık entegre olmuştur.

AKP siyaseten yıpranmış bir görüntü de veriyor. Devlet aygıtı üzerinde hakimiyetini nasıl koruyor?

Gelinen noktada Kürt savaşı devletin bütün parçalarını bir araya getirdi. AKP, MHP, Vatan Partisi, çaptan düşmüş Kemalistleri bir araya getirdi. Bir liberal restorasyon söz konusu olursa Türk-İslam kampı bugünkü etkisini yitirecek. Liberal restorasyonun siyasal adresi ise CHP’dir, HDP’dir, Erdoğansız AKP’dir. Türk-İslam sentezi partisi (bir kısım Kemalistler de buna eklemlendi ve Kürt savaşıyla kendilerini bitirdiler) ile liberal restorasyon partisi arasındaki çatışma, Kürt savaşının gidişatına bağlı. Burjuvazi de savaşa bakarak bu ekibi destekliyor.

Liberal restorasyon partisi dediniz. Türk-İslam sentezi partisiyle arasındaki örtüşme ve ayrışma noktaları neler?

Liberal restorasyon partisinin çizgisi, İslam devletinin olmasını istememektedir ama İslam’ın toplumsal etkisinin kırılmasını da istememektedir. İslamcılar da olsun, tarikatlar da olsun, laikler de olsun, kimse birbirine karışmasın demektedir. Liberal restorasyon partisi üç değişim istiyor; birincisi neo-islamist dış politika yerine AB’ye yönelik revizyon, ikincisi Merkez Bankası’nda temsil olunan siyasetin devam etmesi (düşük kur yüksek faiz siyaseti, borçlanma ekonomisinin devam etmesi, sermaye girişlerine bağlı ekonominin devam etmesi), üçüncüsü Kürt meselesinin bir şekilde masada çözülmesini istiyorlar.

Liberal restorasyoncuların şansı var mı?

Liberal restorasyon partisinin iktidarı ele geçirmemesinin nedeni Erdoğan’ın gücünü korumasıdır. İslami burjuvazi Erdoğan’da mücessem hale geldi; kendi adamlarına devlet bankalarından verdiği krediler yetmedi özel bankalara baskı yapmaya başladı. Güvenlik bürokrasisi Türk-İslam sentezidir ve bunlar Kürtlere karşı savaş nedeniyle Erdoğan’ın arkasındadırlar. Burjuvazi de bu savaş müddetince Türk-İslam doktrinin kadrolarının hakim olmasını zorunlu sayıyor. Ancak bu savaş bitecek. Yeni anayasaya liberal restorasyoncular ümit bağlıyorlar. Burada yine AKP’ye ihtiyaçları var. Yurt dışından baskı var ‘bu işi bitirin’ diye ama bunun sonbahara kadar devam etmesi, belki daha da büyümesi muhtemel.

Neden sonbahara kadar?

Obama Erdoğan’dan Cerablus-Azez hattının IŞİD’den arındırılmasını istedi. O bölgeye kimin gireceği belli değil; Suriye muhalefeti mi, Kürtler mi, rejim güçleri mi, yoksa Türk Silahlı Kuvvetleri mi? O bölge kapatılırsa Türkiye’deki binlerce IŞİD’linin karşılığında Türkiye’yi kaosa sürükleme ihtimali var, Amerikan personelinin götürülmesinin bununla ilgili  olduğunu sanıyorum. Türkiye’nin Kürtlere karşı desteklediği IŞİD’in 98km’lik yerden tasfiyesi esas besleme kaynağının kurutulması demek ama bunun ülke içine nasıl yansıyacağı beli değil. Türkiye güvenlik bürokrasisinin uzun süreli bir iç kargaşada etkinliğinin devam etmesi anlamına gelir. Böyle bir şey olursa Kürt meselesinin gidişatından bağımsız olarak Türkiye bir de böyle bir sorunla karşı karşıya kalacak. Suriye’nin bu hatta hakim olmasını Rusya ister, Türkiye istemez. Suriye muhalefetinin hattı almak için gücü yetersiz. O yüzden Obama’nın Türkiye’ye dönük basın özgürlüğü açıklamalarından ziyade IŞİD’le ilgili talebi önemlidir.

Sonuçta böyle bir savaşın tırmanması güvenlik bürokrasisinin etkisini sürdürmesini sağlar. Ordu darbe yapmış olsaydı yapamayacağı şeyleri şu anda yapmaktadır. Bir darbe değil kaos halinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan edebilirler.

Bu iki parti arasında burjuvazinin tercihi nedir?

Öncelikle büyük burjuvazi, tarihinde hiç olmadığı kadar AKP döneminde birikim sahibi oldu. Bütün devlet mülkünü ele geçirdiler. Bütün rantlara el koydular. Olağanüstü teşviklerden yararlandılar. Bu istisnasızdır. Ancak büyük sermayenin içinde bir grubun Koç, Aydın Doğan grubunun Erdoğan’ın ağır baskısı altında kaldığı da bir gerçek. Ne tür sonuçlar doğuracağı belirsiz. Burjuvazi, Erdoğan’ın ilkel birikim yoluyla mülklerine el koymasından çekiniyor. Genelkurmay ile Koç’un arası çok kuvvetlidir ama savaş orduyu Erdoğan’ın arkasına itiyor.

Koç grubunun aldığı milli gemi ihalesi iptal edildi. İstanbul otoban ihalesi iptal edildi. Muhtemelen milli tank ihalesi de yeniden Koç’a verilmeyecek; TÜPRAŞ üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Koç Türkiye’de yarı devlettir, o yüzden bunun sonuçları belirsiz.

Tek adam yönetimi ile burjuvazinin bir uyuşmazlığı var mı?

Avrupa’da burjuvazi güçlenirken aynı zamanda merkezileşen mutlakiyetçi bir ulus devletle de ilişki kurdu, bu ittifaktan çok yararlandı. Fakat mutlak monarkların istedikleri gibi vergi almaları ve mülkiyete el koymalarından da rahatsızdı. Erdoğan bir mutlak monark gibi hareket etmektedir, istediğine vergi koymakta, vergi kaldırmakta, teşvik vermekte, mülküne el koyabilmektedir. Bu gerilimin çözümü belirsizdir. Büyük burjuvazinin kendini koruma kanallarından birincisi batıdır, Amerikan başkan yardımcısı iktidara ‘dokunmayın bu adamlara’ diyebilir. Öte yandan Ömer Koç’un Koç grubunun başına gelmesi çok önemlidir. Rahmi Koç, Ali ve Mustafa Koç çizgisinin dışında birini başa getirdi. Erdoğan’la iyi geçinen bir çizginin dışında bir çizgidir bu.

Liberal restorasyonun laikliği restore etme ihtimali var mı? Sizce başka seçenekler var mı?

Liberal restorasyon partisi kısmi başarılar elde edebilir, anayasada Kürt meselesinde etkili olabilir, ekonomik kazanımlar sağlayabilir… Fakat Türk-İslam sentezi devlete egemen. İçişleri Bakanlığı’nda, güvenlik bürokrasisinde, Milli Eğitim Bakanlığı’nda Kemalist kadro bulmak imkansızdır. Halk Kemalizmi, Devlet Kemalizmi’nden daima daha ileri olmuştur. Bugün devlet, emekçi halkı kontrol etmek ve Kürtleri sisteme bağlı tutmak amacıyla laiklikten vazgeçmiştir. Laiklik toplumun modern kesimini temsil eden siyasal örgütlerin işi haline gelmiştir. Bu açıdan Aydınlanma Hareketi ümit vericidir, toplumda önemli ölçüde karşılık bulacaktır.

kaynak: SoL Haber

 

Coçuklar, Aile, İletişim_Doğan Cüceoğlu

Posted in Uncategorized on 18 Ara 2015 by buyukakin

aileAkatlar’da yürüyordum…
Kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu:

“Oğlum, dersleri tamamen bıraktı. Ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım?”
“Sohbet ediyor musunuz?”
“Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.”
“Kaç yaşında?”
“17.”
“Mesela ne diyorsunuz?”
“Sınavların yaklaştığını söylüyorum. Derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum. Böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından­ geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zaman da duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.”

“Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.”
“Evet.”
“Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz!”

“Valla bilmem. Biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz.”

“Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz.”

Kadın haklı olarak “Neden bahsediyorsunuz­?” diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı.

İçim burkuldu.
Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu.

* * *

Öğrencileri ve ana-babaları birlikte çağırdım.

Danışmalığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte ana-babalar da oturdu.
Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum.

“Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor?” diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim.

Selim adıyla anacağım bir öğrenci, yanımdaki sandalyeye geldi oturdu.

“Adın ne?”
“Selim.”
“Kaç yaşındasın?”
“12.”
“Bugün ayın kaçı?”
“24 Aralık 2008.” (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.)

“Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan 20 yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı?”

Anladığını belirtmek için başını salladı.
“Lütfen gözünü aç.”

Selim, gözünü açtı.

“Bugünün tarihini söyler misin?”
“24 Aralık 2028.”
“Kaç yaşındasın?”
“32.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“İç mimarlık.”

Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessüm var. Belli ki, onlar da Selim’in söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar.

“Nerede çalışıyorsun?”
“New York, Manhattan’da.”

Anne- babanın yüzünde saklayamadıklar­ı büyük bir şaşkınlık ifadesi.

“Evli misin?”
“Hayır.”
“Arkadaşlarında­n evlenenler oldu mu?”
“Kızların hepsi evlendi.”

Gülüşmeler…

“Çalıştığın yere beni götürür müsün?”
“Ofisim, Manhattan’da 86 katlı bir binanın 42. katında.”

Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. katta indik.

“Burası ‘home office’” dedi.

İçeri girdikten sonra açıkladı:

“Dubleks daire: Aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam.”

“Selim, salonda neler var?”
“Salonda masa var, koltuklar, sandalyeler, komodin, sehpalar…”
“Duvarlarda ne var?”
“Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var.”
“Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsun? Beraber bakabilir miyiz?”
“Annem var, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim, ablam ve ben varım.”
“En küçük sen misin?”
“Evet.”
“Selim, bu fotoğrafa baktığında, içinde ‘keşke!’ duygusu beliriyor mu? İçindeki herhangi bir ‘keşke’nin sesini duyuyor musun?”

Hiç beklemeden “Evet,” dedi.
“Haydi, anlat bize” dedim.

“Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu. Çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu…”

Babaya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.

Selim’e teşekkür ettim.

Ve sordum:

“Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi?”
“Hayır!”
“Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi?”
“Olanla ilgili olarak konuştuk.”
“Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misin? Konuşmamızdan zevk aldın mı?”
“Yeniden konuşmak isterim. Evet, sohbetimizden zevk aldım…”

Doğan Cüceloğlu

30 Ağustos Kutlu olsun

Posted in Uncategorized on 29 Ağu 2015 by buyukakin

222

Büyük Taarruz(*)

Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
sayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç’ dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.

Nazım Hikmet RAN

(*)kuvayı milliye destanı_nazım hikmet ran

TÜRKÇE Olimpiyatları; CIA nın truva atı..

Posted in Uncategorized on 22 Mar 2014 by buyukakin

cia gulenFetullah Gülen cemaati ve bir kısım ABD fonlarınca finanse edilen Gülen Okulları, dünya üzerinde ABD dışında girebildikleri her ülkede sözde Türk Okulları(Collage) olarak kurulmaktadır. Gülen Okullarında eğitim dili İngilizce olup yabancı ikinci dil kapsamında Türkçe dersi de verilmektedir.

ABD dünya üzerindeki her ülkede kendi emperyal sistemine bağlı parlak zekalı çocukları ilk orta lise seviyesinden çeşitli sosyolojik ve istihbari yöntemlerle bulmaktadır. Kendi siyasal ve ekonomik felsefesi ile yoğurduğu bu cocuklar; ilerki tarihlerde yaşadıkları ülkede o ülkenin siyasal sosyal kültürel dokusuna ve kilit noktalarına ileri seviyede ingilizce bilen birer element olarak monte edilecektir.

Amerikan kolejlerinden mezun olan cocuklara çeşitli fon ve burslar ile ABD ya da AB’de üniversite eğitimi sağlanmaktadır. İçlerinden en parlak zekada olanlarının bir kısmının AB ve ABD de kalmaları sağlanmaktadır. Diğerleri ise AB ve ABD ye bağlı birer element olarak kendi ülkelerine geri gönderilerek o ülkenin “yargı, eğitim, siyaset, ekonomi, askeri iç güvenlik” gibi DNA dokusuna enjekte edilmektedir.

ABD bir kısım ülkelere bu işlevi direk ABD ve AB fonlarınca kurulmuş bulunan Amerikan Kolejleri/Üniversiteleri ile alenen yapabilmektedir. Ancak ABD sempatizanı olmayan ya da ABD düşmanlığı bulunan ve ayrıca özellikle, çoğunluk inanç sistemi müslüman olan ülkelerde ise bu işlevi bir truva atı şeklinde GÜLEN OKULLARI eli ile yapmaktadır.

ADB de 26 eyalet 135 Gülen okulunda bu felsede eğitim verilmektedir. Dünya çapında ise 110 ülkede orta öğretim okullarında ve üniversitelerde eğitim gören çocukların katılımı ile TR de düzenlenen TÜRKÇE OLİMPIYATLARI kamuoyuna sulduğu gibi DÜNYA ÜZERİNDE TÜRKÇE KONUŞAN NESİLLER YARATMAK DEĞİL; dünya ve TR kamuoyu gözünden AB ve ABD EMPERYALİZMİNE BAĞLI ILIMLI İSLAMİ ELEMENT YETİŞTİRME AMACINI PERDELEMEKTİR.

ABD ve AB dışındaki tüm ülkeler ve TC için, küresel emperyalist sömürü kadar tehlikeli ise, Fettullah Gülen ve onun truva atı GÜLEN OKULLARI aynı derecede tehlikelidir.

buyukakin
22.03.2014 Varto

muhtelif kaynaklar
http://en.wikipedia.org/wiki/Harmony_Public_Schools#Influence_of_Fethullah_G.C3.BClen
http://www.city-journal.org/2012/22_4_fethullah-gulen.html
http://charterschoolscandals.blogspot.com.tr/p/gulen-school-characteristics.html
http://turkishinvitations.weebly.com/list-of-us-schools.html
http://perimeterprimate.blogspot.com.tr/2010/06/gulen-schools-here-and-abroad.htm

AKaPenin “İrticanın odağı” olduğuna dair ANAYASA MAHKESİ Mahkumiyet Kararı

Posted in Uncategorized on 26 Şub 2014 by buyukakin

akp

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:
Esas Sayısı : 2008/1 (Siyasî Parti Kapatma)
Karar Sayısı : 2008/2
Karar Günü : 30.7.2008
DAVACI : Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
DAVALI : Adalet ve Kalkınma Partisi
DAVANIN KONUSU : Davalı Partinin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği savıyla Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrası, 69. maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi ve 103. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca temelli kapatılmasına karar verilmesi istemi.

I- DAVA

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Anayasa Mahkemesi’nin 30.3.2008 günlü toplantısında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 175. maddesi uyarınca kabul edilerek davanın açılmasına esas alınan kapatma istemli 1 sayısından 170 sayısına kadar delil numaralarına göre sıralanmış belgeleri içeren 10 adet klasör ile çeşitli belgeleri kapsayan 7 klasör olmak üzere 17 klasör ekli 14.3.2008 günlü ve SP 115 Hz.2002/3 sayılı İddianamesi:

………………………….
Davalı parti savunmasında özetle;

Haklarında düzenlenen iddianamenin baştan aşağı belli bir siyasi/ideolojik yaklaşımı yansıttığı, bu haliyle adeta bir muhalif siyasi parti bildirisi niteliğinde olduğu, dolayısıyla bu davanın siyasi bir dava olduğu, iddia makamının önyargılı ve ideolojik tutumunu esas hakkındaki görüşünde devam ettirdiği, baştan sona ?emperyalizm?, ?ihanet?, ?irtica?, ?mürteci?, ?din tacirleri?, ?tertipçi?, ?sömürgeci?, ?mandacı?, ?işbirlikçi?, ?gerici?, ?iç ve dış odaklar? ve ?siyasi hegemonya projesi? gibi hukuken tanımlanması imkansız ve fakat belli bir siyasi/ideolojik tavrı yansıtan kavramlarla kanaatini oluşturduğu, tarihsel olayları 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisine karşı açtığı davanın konusu haline getirdiği ve indirgemeci yaklaşımla ?irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı?na kanıt olarak gösterdiği, bunun hukuk etiği ile bağdaşmadığı, karmaşık toplumsal olayları kategorik genellemelerle açıklamaya çalışan bir pozitivist yaklaşımla, hukuk alanında telafisi imkansız sonuçlara yol açmaktan çekinmediği,

İddianamenin ?toplama? delillerle şişirilerek özensiz ve düzensiz bir şekilde kaleme alınan siyasi mülahazaları yansıtan bir metin niteliğinde olduğu, kanıtların arasında ?Birliğimizi kapatma hükmü taşıyan taslak her şeye rağmen kanunlaştığı takdirde yasal haklarımız kullanılacak, Anayasanın 90/son maddesi uyarınca tüzel kişiliğimiz devam edecektir? ifadesine yer verilen ve partilerine ve hükümet politikalarına karşı tavırlarıyla bilinen YARSAV’a ait olduğu anlaşılan yazıların arkasına yapıştırılan gazete kupürlerinin çıkmasından, aynı şekilde Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili gazete kupürlerinin üzerinde el yazısıyla ?RTE röportajı? şeklinde bir ifadenin bulunmasından anlaşılabildiği,

Başsavcılığın esas hakkındaki görüşlerinde tasavvur ettiği toplum modelinin dehşet uyandırıcı olduğu, bu modelin farklılıkları düşman olarak gören, çoğulculuğa, çok partili yaşama, siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, aydınlara, din adamlarına ve üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlara kuşkucu ve komplocu olarak yaklaşan bir model olduğu, demokrasiyle laikliği bir araya getiren ?demokratik laiklik? kavramından bile rahatsızlık duyan bir anlayışın, ne demokrasiyi ne de laikliği korumasının mümkün olmadığı,

Davanın temelinin, Adalet ve Kalkınma Partisinin demokrasi ve laiklik anlayışı ile Başsavcının anlayışının bağdaşmamasının yattığı, Partinin laiklik anlayışının başkalarının temel hak ve özgürlüklerine tehdit oluşturmadığı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek bunların bir arada barış içinde yaşamalarını hedeflediği, bu nedenle de bireyi değil devleti muhatap aldığı, Anayasanın 2. ve 24. maddeleriyle bunların gerekçelerinin de aynı doğrultuda olduğu, laikliğin devlet ve din işlerinin bir birinden ayrılmasını ve devletin tüm inançlar karşısında tarafsız olmasını gerektirdiği, ancak bir inanca dönüşmeye başladığı yerde, devletin bireysel inançlar karşısına yeni bir inanç sistemi çıkarmasının kaçınılmazlaşacağı, bunun ise devletin meşruiyetini zedeleyeceği, iddianamede laiklik ilkesinin değil, laiklik adıyla totaliter bir ideoloji, bir felsefî kanaat ve en tehlikesi diğer dinî inançlarla rekabet halinde olan bir inanç sisteminin tanımlandığı ve savunulduğu,

Yaşam biçiminin, asgari ölçekte bireysel yaşamların ve özgürlüklerin insana tanıdığı çerçevede yapılan tercihlerle oluştuğu, bireylerin değerlerini ve dünya görüşlerini ifade ettiği, yaşam biçiminin özgürce belirlenmesinin bireysel özgürlük olduğu, siyasal düzen kuralı olan laikliği yaşam biçimi olarak kabul etmenin, bu özgürlükleri ortadan kaldıracağı ve hangi yaşam biçiminin laik olup olmadığının da bilinmediği, bunu kabul etmenin, totaliter sistemlerde olduğu gibi karar vericilerin yaşam biçimlerinin tüm topluma dayatmasına olanak sağlayacağı, laikliğin bir yaşam biçimi olmayıp, tersine farklı yaşam biçimlerini bir arada ve barış içinde yaşatan ilkenin adı olduğu, Anayasanın 5., 17. ve 20. maddelerinin bunu öngördüğü,

Laikliğin felsefi bir inanç olmadığı, bilime dayanan çağdışı pozitivist bir ideolojiyi yansıttığı ve bilimsel olmadığı,

Başsavcılığın din anlayışının sosyolojik gerçeklikle bağdaşmadığı, dinin yalnızca bireylerin vicdanında yer alan bir olgu olarak değerlendirilmesinin gerçekliğe aykırı olduğu ve kendisiyle çeliştiği, laikliğin insanı kul olmaktan çıkarıp birey yapan bir ideoloji olarak sunulmasının, teolojik anlamda insan ile tanrı arasındaki ilişkinin koparılması, dolayısıyla dinin esasen vicdanda da yer edinmemesi gerektiği sonucunu doğurduğu, iddianamede yer alan dini inanç ve duyguların sadece vicdanlarda kalması, dinin sosyal ve kültürel bir bağ oluşturamayacak şekilde yaşanması ve toplumsal alandan dışlanması gerektiği şeklindeki katı ideolojik yaklaşımın hiçbir Batılı demokratik laik sistemde karşılığının olmadığı,

Tüm toplumlarda dinin, bireylerin kimliklerini belirleyen temel kaynaklardan birini teşkil etmesi nedeniyle, din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye alan laikliğin, bu özgürlüğün toplumsal yansımalarını reddetmeyeceği, dolayısıyla iddianamede ?devletin ve hukukun? dine dayandırılmaması ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünün toplumsal alanda yansımalarının birbirine karıştırılmasının temel hatalardan birisi olduğu,

Devletin sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik temel düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci ayağı olan din ve vicdan özgürlüğünün alanını genişletmiş bir partinin, laikliği ihlal ettiğini ileri sürmenin ancak bir algılama hatasından kaynaklanmış olabileceği, partinin Başsavcının pozitivist ve militan laiklik anlayışı yerine özgürlüğü esas alan bir laiklik anlayışını benimsemesi nedeniyle irtica suçlamasıyla karşılaşmasının kabul edilemez olduğu, partinin, laikliği resmi bir yaşam biçiminden çok, farklı yaşam biçimlerinin bir arada yaşamasına olanak sağlayan siyasal ilke olarak kabul ettiği, bu özgürlükçü tutumun batı demokrasilerinde de kabul edildiği, aksi taktirde belirli bir yaşam tarzına sahip azınlığın diktasının savunulmuş olacağı, partilerinin hiçbir zaman referandum veya benzeri yöntemlerle laikliğin meşruiyetini ve uygulanabilirliğini sorgulama çabası içine girmediği,

Topluma karşı ?neden yeni taleplerde bulunuyorsunuz?? demenin vatandaşa tebaa muamelesi yapmak anlamına gelen çağdığı bir yaklaşım olduğu, vatandaşların mevcut hak ve özgürlüklerin yetmediği durumda, siyasal, kültürel ve bireysel yeni haklar talep edebileceği, sivil toplumun ve siyasi partilerin işlevinin de bunları toplulaştırmak, demokratik yollardan gündeme getirmek olduğu, uzun süre toplumun gündeminde olan bir olgunun zorunlu olarak siyasetinde ve toplum temsilcilerin gündeminde de olacağı, nitekim Türki siyasal yaşamının demokratik ve laiklik açısından kuşku duyulmayan önemli kişilerin de aynı zorunu kendilerinden farklı şekilde gündeme getirdikleri ve çözülmesi gereğini beyan ettikleri, taleplerin başka partiler tarafından dile getirilmesi gerçeği karşısında yalnızca kendilerine karşı dava açılmış olmasının ?konuşana göre muamele? anlamına geldiği,

Hukuku yapanların ve uygulayanların her özgürlük talebini rejimi yıkma teşebbüsü ve laikliğe karşı tavır olarak algılamasının, şu an sahip olunanın hak edilmediğini gösterdiğini, çünkü şu an sahip olunanın dünün talepleri olduğunu özgürlük mücadelesinin gösterdiği, bu çerçevede yeni anayasa gerekliliğinin uzun yıllardan beri devam ettiği ve çeşitli taslaklar veya önerilerin kamuoyuna sunulmuş olduğu, kendilerinin bunlardan farklı olmayan bir taslağı sunmaları nedeniyle suçlanmalarının haksız olduğu,

Türkiye’nin çağdaşlaşma projesine iktidara geldikleri günden beri büyük bir ivmeyle devam ettikleri, toplumun çok önemli ölçüde değişim ve dönüşüm geçirerek hızla çağdaş ülkeler standardına ulaştığı, ancak bu tarihsel süreçte yoğun suçlamaların yaşandığı, eldeki davanın da bu suçlama geleneğinin bir ürünü olduğu, ülkede yaşanan gelişmelerle birlikte sorunların da bulunduğu, ancak demokratik toplumun geniş bir aile olduğu, her sorunun mahkemede çözülmesi yerine demokratik bir sabırla, hoşgörüyle, saygı ve alçak gönüllülükle çözmenin kalıcı olacağı, toplumun sorun çözme yeteneğinin geliştirilmesinin olaylar karşısında hisle, hamasetle veya husumetle değil, akılla, sağduyuyla çözmenin gerektiği, bunun adının ?demokratik yöntemlerle sorun çözmek? olduğu, aksine hukuk kurumlarının aşınıp güven kaybına uğrayacağı,

Partiye isnat edilen eylemlere ilişkin ikna edici hiçbir delil sunulmadığı, davadaki delillerin önemli bir kısmının dava açılmasına karar verildikten sonra üretildiği, dolayısıyla davanın ?google davası? olduğu, gazete kupürlerinin delil niteliğinin bulunmadığı, ses ve görüntü kayıtlarının bile tek başına delil olarak kullanılamadığı bir hukuk sisteminde, internet gibi yalan ve yanlış haberlerin çok yoğun bir şekilde yer alabildiği sanal bir ortamdan delil üretmeye çalışmanın bir hukuk garabeti olduğu,

Beyan ve haberlerin delil niteliği bulunmadığı, ses ve görüntü kayıtlarının sunulmadığı, yurt içinde ve dışında yayınlanmış gazetelerdeki haberlerin tahrif edilerek sunulduğu, ek delillerle doğrulanmayan haberlerin, tekzip edilen ve aslı olmayan konuşmaların delil olarak kullanıldığı, sayısız haber kaynağının varlığı nedeniyle tekzip edilmeyen ifadelerin doğruluğun karine olarak kabul edildiği, kimi haberlerin bir birleriyle çatıştığı görülmeden aleyhe olan haberin kullanıldığı,

Yasama sorumsuzluğu kapsamında bulunan sözlerin delil olarak kullanılamayacağı, partinin kurulmasından önceki söz ve eylemlerin isnat edilmesinin hukuk güvenliğine aykırı olduğu, parti üyesi olmayan kişilerin eylemleri ile, partinin benimsemediği ve olumsuz tavır gösterdiği eylemlerin de partiye isnat edilemeyeceği,
İddianamede lehte olan delillere yer verilmemiş olmasının Ceza Muhakemesi Yasasına aykırı olduğu, delil üretme gayretiyle masumiyet karinesi ihlal edilerek Anayasanın 38. maddesine aykırı davranıldığı,

Partinin anayasaya aykırı eylemlerin odağı haline gelmediği, çünkü Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiillerin ceza hukuku anlamındaki fiiller olduğu, bu nitelikte olmasa da laikliğe aykırı eylemin mevcut olmadığı, iddianamede belirtilen parti organ ve üyelerinin eylem ve söylemlerinin ise siyasi propaganda ve eleştiri hakkı çerçevesinde kalan eylemler olduğu, eylemlerin yoğunluğunun partinin sahip olduğu üye sayısıyla da ilgili olduğu, dolayısıyla iddianamede belirtilen söz ve faaliyetler hukuka aykırı nitelik taşımadığı gibi, partinin bütünsel yapısı ve üye sayısı dikkate alındığında bunların bir ?yoğunluk? oluşturmasının da söz konusu olmadığı, dolayısıyla bir benimseme tartışmasının yapılamayacağı,

Bu davada partinin yetkili organlarınca alınmış laikliğe aykırı herhangi bir karar olmadığı, sadece AK Parti Genel Başkanının laikliğe aykırı olmayan ?eylemleri?nin, daha doğrusu ?ifadeleri?in kaldığı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ışığında değerlendirildiğinde, bu davanın ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile serbest seçim hakkının ihlali olduğu, eylemlerinin laikliğe aykırı olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, demokrasiye uzak ya da yakın bir risk oluşturduğuna dair hiçbir delilin bulunmadığı, aksine partinin tasavvur ettiği ve savunduğu modelin demokratik toplum modeli olduğu, partinin şiddet ile ilişkilendirilemeyeceği, iddia makamının AİHM kararını çarpıttığı, başta parti genel başkanı olmak üzere, tüm organ ve üyeleriyle kurulduğundan beri herkesi kucaklamaya çalışan, farklılıklara saygıyı ve bir arada yaşama hedefini siyasi önceliği haline getiren bir siyasi partinin ?hoşgörüsüzlük?le itham edilmesinin akla, mantığa ve insaf ölçülerine aykırı olduğu, bu ithamın esasen İddia makamı için geçerli olduğu, Türkiye’yi kaosa sürüklemek isteyen odakların tezgâhladığı iğrenç Danıştay saldırısıyla, parti arasında bir ilişki kurmaya yönelik ifadelerinin hafif tabirle, iftira olduğu ve Başsavcılığın bu iftiraya iştirak ettiği, aynı mantıkla, iddianamenin ardından partilerine yönelik saldırılar nedeniyle başsavcılığın da suçlanabileceği, bu düşüncenin zorlama olduğu,

Başsavcının kendi görev ve uzmanlık alanları dışındaki konuları yorumlama çabasını hukuksal gerçeklik ve bilimin gereği olarak sunduğu, tarihi, dini, tıbbi bilgiler ile tamamen siyaset ve uluslararası siyaset konuları hakkında hüküm kurarak bunları iddianameye aktardığı,

Hiçbir partinin devamı olmadıklarının icraatları ve söylemlerinden anlaşılabileceği, dış politikaları ile laiklik arasında bir ilişki kurulamayacağı, uygulamaların devletin dış politikasının bir devamı niteliğinde olduğu,
Yasama faaliyetleri nedeniyle partinin sorumlu tutulamayacağı, çünkü bunun parti işlemi olmaktan çok yargısal yoldan denetlenebilir anayasal organ eylemleri olduğu,

Sonuç olarak haklarında açılan bu davada başsavcılığın özgürlük lehine yorum yapmak bir yana, adeta ?niyet okuyuculuğu? yaparak olmayan şeyleri varmış, olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası içine girdiği,
Bu davada partiye yaptırım uygulanmasını gerektirecek haklı hiçbir sebebin bulunmadığı, AK Partinin hukuka aykırı eylemlerin değil, millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin, hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olduğu, AK Partinin altı yıllık iktidarı dönemindeki icraatlarının, onun demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin teminatı olduğunu açıkça ortaya koyduğu,

Cevap layihalarında ve eklerinde ortaya konan ve Anayasa Mahkemesi’nce re’sen gözetilecek nedenlerle AK Partinin kapatılması hakkındaki davanın reddine karar verilmesi gerektiği görüşü dile getirilmiştir.

Kapatma İsteminin Değerlendirilmesi

Anayasa’nın 69. maddesinin beşinci fıkrasında, ?Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.?; 68. maddesinin dördüncü fıkrasında da ?Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez? denilmektedir. Bu kapatma nedenleri 2820 sayılı Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin ilk fıkrasının (a) bendinde aynen benimsenmiştir.
Anayasanın 68. maddesinin birinci fıkrasında, vatandaşların siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra ikinci fıkrasında siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu vurgulanmıştır.

Anayasanın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetini demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında Anayasada öngörülen demokrasinin klasik ve çağdaş batı demokrasisi biçiminde anlaşılması gerektiği kabul edilmektedir. Bu nedenle demokrasinin kavramsal ve kurumsal niteliği, Anayasanın tüm somut kurallarının bütünsel yorumu ve bu bütünlüğün demokratik anayasacılık tarihi içinde özgülendiği amaç ve felsefe ışığında yorumlanarak anlaşılması gerekir.
Demokratik bir sistemin işleyişi için gerekli toplumsal ve siyasal koşulları hazırlayan Türkiye Cumhuriyeti, 1946 yılında çok partili sisteme geçmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi tercihi tarihsel olarak ?Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur? sözünde ifadesini bulmuştur. Anayasanın 6. maddesine göre, ulus bu egemenliğini Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanır. Bu yetkilerin demokratik kurucu iktidar olan ulus tarafından kabul edilmiş Anayasaya ve doğrudan demokratik meşruiyete sahip yasa koyucunun iradesine uygun olarak kullanılması, egemenliğin ulusa ait oluşunun zorunlu bir sonucu olup, yetki kullanımını içeriksel olarak meşrulaştırmaktadır. Kurumların demokratik meşruiyeti Meclis ya da Cumhurbaşkanı örneğinde olduğu gibi doğrudan halk tarafından seçilmekle veya doğrudan seçimle oluşturulmuş organların yetkilendirmeleri ve atamalarıyla dolaylı olarak sağlanır. Doğrudan ve dolaylı demokratik meşruiyet zorunluluğu, kamuya açıklık ilkesiyle birlikte yetki kullanımının demokratik yolla denetlenebilirliğini de sağlamaktadır.

Bu nedenle her bir devlet yetkisi kullanımının yukarıdaki ilkeler çerçevesinde demokratik meşruiyete dayanması, devlet yetkisi kullanan veya bu yetkiyi talep eden örgüt ve organların demokratik ilke ve değerleri içselleştirmesi, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasının gereğidir.

Egemenliğin ulusa ait oluşu, temel siyasal kararları veren anayasal organların düzenli seçimler yoluyla ulus tarafından belirlenmesini zorunlu kılar. Her bir vatandaşın eşit ve özgür oy hakkına ve siyasi faaliyet özgürlüğüne sahip olması, seçimlerin ulusal iradeyi yansıtmasına olanak sağlar.

Demokrasi, demokratik düzen ile bu düzenin meşruiyet kaynağı olan toplumun beklentileri ve talepleri arasında karşılıklı etkileşimi zorunlu kılar. Demokratik siyasal düzen halkın değer ve adalet tasavvurlarını dikkate alarak, sosyal, ekonomik ve kültürel karşıtlıkları, en azından halkın çoğunluğunun onayını alacak tarzda çözer. Bunun temel koşulu ise, siyasal iradenin özgür bir müzakere ortamında mümkün olan en fazla uzlaşıyı sağlayacak bir toplumsal etkileşimin ürünü olmasıdır. Düşünce özgürlüğü, devletten ve diğer güç odaklarından bağımsız basın ve iletişim kurumları, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri ise bireysel özgürlüklerin yanında demokratik siyasal iradenin ortaya çıkmasının da güvencesidir.

Demokraside azınlığın çoğunluğun kararlarına saygı göstermesi, çoğunluğun da azınlıkların hak ve özgürlüklerini korumayı kabullenmesi zorunludur. Demokratik kararlar, arkasında belirli bir çoğunluğun bulunduğu kararlar olmakla birlikte, modern demokrasilerde karar öncesi süreçte egemen olan ilke çoğulcu katılım ilkesidir. Çoğunluğun karar yetkisinin demokrasi ilkesine uygunluğu, her türlü baskı ve yönlendirmeden bağımsız parlamento çalışmaları, özgür bir kamuoyu, iletişimsel ve kollektif özgürlüklerin etkin ve özgür biçimde kullanılabilmesiyle sağlanır. Bu nedenle demokrasi, Anayasada soyut bir ilkeden çok, siyasal sistemin ana yapısı olarak belirlenmiş, kurumsal yapıları, yetki paylaşımı ve sorumluluk sistemi buna göre düzenlenmiş bulunmaktadır.

Anayasanın 6. maddesi ulusun sahip olduğu egemenliği Anayasanın öngördüğü organlar eliyle kullanacağını belirterek, demokrasi tercihini öne çıkarmıştır. Yasama organı ile Devletin ve yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan doğruya seçilmesini öngören Anayasa, ulus temsilcilerinin iktidar kullanımının periyodik seçimlerle güncellenmesini zorunlu kılarak, zamanla sınırlı iktidar ilkesini benimsemiştir. Bu şekilde hem temsilcilerin ulusun talep ve beklentilerini dikkate alan bir siyaset yapması, hem de sonraki kuşaklara karşı sorumluluk içinde davranmaları sağlanmış olur.
Temsili parlamenter demokrasinin temel özelliği, parlamentonun toplumdaki siyasal eğilimleri yansıtabilmesi, karar sürecinin kamuya açık özgür müzakerelerde belirlenmesi ve siyasal ve hukuksal hesap verilebilirlik ilkelerinin mevcut olmasıdır.

Temsili parlamenter sistemin etkinliğini ve işlevselliğini siyasi partiler sağlar. Özgür siyasi partilerin olmadığı bir sistemin demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilemez. Çünkü siyasi partiler olmaksızın, toplumsal talep ve beklentilerin siyasal direktifler biçiminde somutlaşması, ulusal iradenin oluşması, toplumsal barışın sağlanması ve devlet yönetiminin halka dayanması mümkün değildir.

Siyasal iktidarın kaynağı, dolayısıyla egemenliğin sahibi ulus olmakla birlikte, ulusun kendine ait bir yetkiyi doğrudan kullanamaması, temsil ve aracı sorununu gündeme getirmektedir. Bu sorunun çözümü, ancak karmaşık toplumsal beklentileri ve gereksinimleri somutlaştıran, bunları iktidara yönelik genelleştirilmiş eylem programları biçiminde sunan ve halkın çoğunluğu tarafından tercih edilen, temelinde siyasal karar mekanizmalarını yönlendiren aracı organların mevcudiyetine bağlıdır.

Toplumlar çok farklı düşünce ve tercihlerin hüküm sürdüğü, demokrasinin işleyişinde çatışabilir fikirlerin akışının sağlandığı yapılardır. Siyasal düzen ve bunun temel normları, hukuksal kurallar, toplumdaki çatışma ve farklılıkların barışçı yolda düzenlenmesine olanak verdiği sürece meşruiyetini korurlar. Bu meşrulaştırma işlevi toplumsal farklılıkların özgürce yaşanması, talep sahiplerinin özgürce örgütlenerek siyasal iktidara yönelmesi ve iktidar kullanımına katılmasıyla yerine getirilmiş olur. Esasen demokrasi toplumsal barışın ve özgürlüğün güvencesidir. Anayasa ise siyasal düzenin barışçı toplumsal taleplere açılmasını ve zaman içinde doğacak zorunlulukları karşılayacak yöntemleri barındıran temel kurallar bütünüdür. Kimi gerekçelerle farklı düşüncelerin siyasal yaşama yansıtılmasının engellenmesi demokrasiyle ve temsilde adalet ilkesiyle bağdaşmaz, çatışan fikirlerin ürünü siyasi partilerin bu fikirleri tartışmaya açmaktan yoksun bırakılması ve başka yollarla tehlike savma refleksi demokratik siyasetle çelişki oluşturur.

Siyasi partiler bu farklı düşünceleri örgütleyip, siyasi düzene yönlendirerek siyasal iktidar ile kendisine meşruiyet dayanağı sunan toplum arasında aracılık görevi de üstlenirler. Dolayısıyla siyasi partilerin hem sayısal olarak ve hem de program yönünden çoğulculuğunun sağlanması, demokratik meşruiyet için zorunludur. Bu nitelikleriyle siyasi partilerin Anayasanın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesini gerçekleştiren yaşamsal organlar oldukları açıktır. Demokratik siyasetin ancak siyasi partiler yoluyla üretilebildiği günümüz demokrasilerine bu nedenle partiler demokrasisi de denmektedir.

Siyasi partilerin kendilerine göre öne çıkardıkları ülke sorunlarına ilişkin farklı çözüm önerileri getirmeleri, demokratik siyasi yaşamda üstlendikleri işlevin doğal sonucudur. Siyasi partiler devlet erkine yönelik toplumsal talepleri yalnızca dile getiren kurumlar değil, toplumsal direktifleri somutlaştıran, yorumlayan ve devlete yönlendiren yaşamsal kurumlardır. Bu nedenle siyasi partiler, Anayasanın konuya ilişkin kuralları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ?örgütlenme?, ?düşünce ve ifade? özgürlüğünü düzenleyen 10. ve 11. maddelerinin koruması altındadırlar.

Demokratik rejimin olmazsa olmaz koşulu sayılmaları nedeniyle siyasî partiler Anayasa’da özel olarak düzenlenmiş, 68. maddenin ikinci fıkrasında, siyasî partilerin demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları oldukları; üçüncü fıkrasında da siyasî partilerin önceden izin almadan kurulacakları ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürecekleri belirtilmiştir. Böylece, siyasî partilerin diğer tüzelkişilerden farklı olarak kuruluş ve faaliyetlerine ilişkin esaslar anayasal güvenceye kavuşturulmuş, kapatılmalarına yol açabilecek nedenler ise Anayasa’nın 14. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını engelleyen düzenleme de gözetilerek tek tek sayılmış, yasa koyucuya bunların dışında düzenleme yapmaya elverişli bir alan bırakılmamıştır.
Belirtilen düzenlemelerle Anayasakoyucu siyasî partilerin varlıklarını sürdürmelerini esas alıp, kapatılmalarını ise ayrık durumlarla sınırlı tutarak, öncelikle demokratik rejimin, sağlıklı biçimde yaşatılmasını amaçlamış, ancak korunması gereğini de göz ardı etmemiştir.

Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel haklara ilişkin uluslararası sözleşmelerin yasa hükmünde olduğu ve yasalarla farklı hükümler içermesi nedeniyle doğacak uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağını öngörmektedir. Türkiye’nin hukuk düzeni ile çağdaş demokrasilere egemen ilke ve uygulamalar arasında koşutluğun sağlanmasını amaçlayan bu kural, kurucu üyesi ya da üyesi bulunduğumuz uluslararası kuruluşlarca oluşturulmuş özgürlük standartlarının dikkate alınmasını gerekli kılmaktadır. Anayasanın somut kuralları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin içtihatları ile Avrupa ortak standardını somutlaştıran Venedik Kriterleri birlikte, bir yandan Anayasanın öngördüğü klasik demokrasi anlayışının gereği olarak siyasal özgürlüklerin güvence altına alınması sağlanırken, diğer yandan son çare olarak düşünülen siyasi parti kapatma yaptırımı uygulanmasının demokratik düzenin korunması ve güçlenmesi amaçlanmıştır.

Bu çerçevede bir siyasi partinin tüzüğü ve programı ile eylemlerinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere aykırılığı değerlendirilirken, Anayasa’nın siyasi partilere verdiği özel önemi vurgulayan diğer kurallarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu nedenle, Anayasanın 69. maddesi uyarınca tüzük ve programlarındaki söylemleri ya da eylemlerinin, ancak Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında korunan ilkelere temel esasları itibariyle aykırı olması, bu ilkeleri ortadan kaldırmayı amaçlaması ve bu nitelikleriyle demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturması durumunda siyasi partilerin kapatılmasına elverişli ağırlıkta olduğu kabul edilebilir.

Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği ülkelerde demokratik ilkelere aykırı bir amaç taşımadığı ve şiddeti teşvik edip araç olarak kullanmadığı veya demokrasiyi ve demokraside tanınan hak ve özgürlükleri yok etmeyi amaçlayan bir siyasi partiye dönüşmediği sürece siyasi partilerin kapatılmasına olur verilmediği gözetildiğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefini esas alan Anayasamızın da siyasi partilerin salt düşünce açıklamaları ile siyasi faaliyet özgürlüğünün doğası gereği toplumsal talepleri barışçı yollarla ve hukuksal düzenlemelerle karşılama çabaları nedeniyle partilerin kapatılmasının zorunlu görülmesi Anayasayla bağdaşmaz. Zira özgürlükçü demokratik bir siyasal düzen öngören Anayasamız, olası hukuksal düzenleme ve idari işlemlerin yargısal denetiminin koşullarını ve kurumlarını yaratmak suretiyle, hukuksal yollardan kaynaklanabilecek tehditleri engellemiştir.

Anayasanın 2. maddesinde öngörülen laik Cumhuriyet ilkesi, egemenliğin ulusa ait olduğu, ulusal irade dışında herhangi bir dogmanın siyasal düzene yön vermesi olanağının bulunmadığı, hukuk kurallarının dinsel buyruklar yerine demokratik ulusal talepler esas alınarak aklın ve bilimin öncülüğünde kabul edildiği, çoğunluk ya da azınlık dinine, felsefi inançlara veya dünya görüşlerine mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın, din ve vicdan özgürlüğünün ayrımsız ve önkoşulsuz olarak herkese tanındığı ve anayasada öngörülenin ötesinde herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadığı, dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklandığı, devletin tüm işlem ve eylemlerinde dinler ve inançlar karşısında eşit ve tarafsız davrandığı bir cumhuriyeti öngörmektedir.
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında ayrıntılı olarak açıklanan ve çağdaş demokrasilerin ortak değeri olan laiklik ilkesi düşünsel temellerini Rönesans, Reformasyon ve aydınlanma döneminden alır. Lâiklik, ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Bireye kişilik ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset-din ve inanç ayrımını gerekli kılarak din ve vicdan özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda, siyasal örgütlenme ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende ise din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına bırakılır. Dünya işlerinin lâik hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi, çağdaş demokrasilerin dayandığı temellerden biridir. Laikliğin bu işleviyle toplumsal ve siyasal barışı sağlayan ortak bir değer olduğu açıktır. Bireylerin özgür vicdani tercihlerine dayanan ve sosyal bir kurum olan dinler, siyasal yapıya egemen olmaya başladıkları veya ulusal irade yerine siyasal yapının hukuksal kurallarının meşruiyet temelini oluşturdukları anda toplumsal ve siyasal barışın korunması olanaksızlaşır. Hukuksal düzenlemelerin katılımcı demokratik süreçle ortaya çıkan ulusal irade yerine dinsel buyruklara dayandırılması, birey özgürlüğünü ve bu temelde yükselen demokratik işleyişi olanaksız kılar. Siyasal yapıya egemen dogmalar öncelikle özgürlükleri ortadan kaldırır. Bu nedenle çağdaş demokrasiler, mutlak hakikat iddialarını reddeder, dogmalara karşı akılcılıkla durur, dünyayı dünyanın bilgisiyle açıklayabilecek toplumsal ve düşünsel temelleri yaratır, din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, dini siyasallaşmaktan ve yönetim aracı olmaktan çıkarır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Refah Partisi kararında da ifade bulduğu gibi, laikliği reddeden düzenlerin demokratik olarak nitelendirilmesi olanaksızdır. Ulusal egemenlik ilkesi laikliğin bir gereği olduğu gibi, demokrasinin temel koşulu da ulusal egemenliğin yine ulusun doğrudan ya da dolaylı katılımıyla kullanılmasıdır. Demokratik katılımın bulunmadığı sistemlerde ulusal egemenlikten söz edilemeyeceğinden, esasen laiklikten de söz edilemez. Laikliğin temel bir değer olarak kabul edilmediği sistemlerde ise, inançlar ve dinler arasında ayrımcılık ve imtiyazlar söz konusu olacağından, ulusun tüm mensuplarının egemenliğin kullanımına eşit biçimde katılımından, buna bağlı olarak demokrasiden söz edilemez. Demokrasi ve laiklik arasındaki bu zorunlu ilişki, Anayasanın her iki ilkeyi de cumhuriyetin değiştirilemez nitelikleri arasında kabul etmesini gerektirmiştir. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerinin yalnızca laikliğe veya demokrasi ilkesine değil, ?demokratik ve laik cumhuriyet? ilkesine aykırı olamayacağı belirtilerek, her iki kavramın birlikte Türkiye Cumhuriyetinin niteliğini somutlaştırdığı görülmektedir.

Bu nedenle laikliğe aykırı eylemlerde bulunduğu ileri sürülen siyasi partiler hakkında yapılacak değerlendirmelerde her iki kavramın azami geçerlilik kazanacağı bir yorumun esas alınması gerekmektedir.

Anayasanın 24. maddesinin son fıkrasına göre ?Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.? Anayasakoyucu ülkenin koşullarını dikkate alarak dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri siyasi çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla kullanılmasını laiklik ilkesinin korunması bakımından zorunlu görerek yasaklama yolunu seçmiş ve bunları siyasal ifade ve eylem özgürlüğünün kapsamı dışında bırakmıştır. Laiklik ilkesinin değerlendirilmesinde bu kuralın göz ardı edilmesi olanaksızdır.

Dinin sosyal bir kurum olması nedeniyle toplumda dinsel özgürlük taleplerinin ya da gereksinimlerin ortaya çıkması, siyasi partilerin bu sorunlara ilişkin politika belirlemesini gerektirebilir. Ancak Anayasanın 24. maddesindeki açık hüküm gereği, siyasi partilerin bu taleplere yönelik politika üretirken, dini ve dince kutsal sayılan değerleri ve dinsel duyguları siyasal mücadele aracı haline getirerek toplumda dinsel talep ekseninde ayrışmalara yol açması laiklik ilkesiyle bağdaşmaz. Toplumsal sorunların ve ülkenin aşması gereken birçok engelin yoğunluğu ve karmaşıklığı dikkate alındığında, dinselliğin sırf siyasal mücadelede üstünlük sağlaması nedeniyle siyasal alanda gerektiğinden daha fazla yer alması, toplum ile toplumsallık ekseninde yürütülmesi gereken siyaset arasındaki sağlıklı temsil ilişkisini zedeleyebilir. Bu ilişkinin zedelenmesi siyaset ile toplum arasında yabancılaşmaya ve siyasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabilir. Bu sakınca, söz konusu eylemlerin devlet iktidarını kullanan bir parti tarafından işlenmesi durumunda daha da artar.

Anayasa tarafından demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanan partiler bakımından dinin siyasete alet edilmesinin siyasi partilerin demokratik işleviyle de uyumlu olduğu kabul edilemez.
Davalı partinin Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen ?demokratik ve laik cumhuriyet? ilkesine aykırı bazı eylemleri belirlenmiştir. Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Kuran Kurslarına yönelik yaş kısıtlaması ve İmam Hatip Liselerine uygulanan katsayı sınırlamasının kaldırılmasına yönelik toplumsal taleplerin bulunduğu görülmektedir. Ancak davalı partinin bu doğrultudaki siyasal mücadelesini laiklik ilkesinin Anayasanın somut kurallarında ortaya çıkan tercihe uygun biçimde yürüttüğü savunulamaz. Bu sorunlar toplumda ayrışma ve gerginliklere yol açacak düzeyde siyasetin temel sorunu haline dönüştürülmüş, toplumun dinsel konulardaki duyarlılıkları yalın siyasal çıkar amacıyla araçsallaştırılmış, toplumun temel ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının siyasetin gündeminde yer alması güçleşmiştir. Davalı parti kurulduktan hemen sonra girdiği ilk genel seçimlerde tek başına iktidar olarak ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluğun yalnızca kendi siyasal tabanına karşı değil, tüm ülkeyi kapsayan, kamu yararı amacıyla ve devlet iktidarı kullanımı için geçerli tüm anayasal ilkelere uygun olarak yerine getirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.

Dinin ve dinsel duyguların istismarı nedeniyle laikliğe aykırı görülen davalı parti eylemlerinin toplumu devlete ve siyasete yabancılaştırması yoluyla demokratik işleyişi engelleyebileceği ve anayasal düzenin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açabileceği inkâr edilemez.

Organ sıfatıyla davalı Parti Genel Başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN ile üyelerden 22. Yasama dönemi Meclis başkanı Bülent ARINÇ, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin ÇELİK, Milletvekilleri İrfan GÜNDÜZ, Abdullah ÇALIŞKAN, Resul TOSUN, Selami UZUN, Hasan KARA ve üye Hasan Cüneyt ZAPSU’nun; yerel yöneticilerden Dinar İlçesi Belediye Başkanı Mustafa TARLACI ve Isparta Belediye Başkanı Hasan BALAMAN’ın eylemleri, Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin kararlılıkla ve parti üyeleri tarafından yoğun bir biçimde işlendiğini göstermektedir. Anayasa Mahkemesinin E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı kararıyla iptal edilen 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un teklif edilmesi ve yasalaşmasının sağlanmasıyla davalı partinin bu eylemleri benimsediği anlaşıldığından odaklaşmanın kabulü gerekir.
Haşim KILIÇ davalı partinin demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği görüşüne katılmamıştır.

Demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin yaptırımı

Yukarıdaki ölçütler ışığında davalı partinin laik düzeni ortadan kaldırma, laikliğin temel esaslarını zedeleme ve buna bağlı olarak demokratik düzeni ortadan kaldırma amacını taşıyıp taşımadığını saptayabilmek için, aleyhteki delillerin yanında, lehteki olguların da değerlendirilmesi, hukuk devletine uygun bir yargılamanın temel koşuludur.
Davalı siyasi parti, gerekli bildirim ve belgeleri 14.08.2001 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na vererek 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 8. maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Tüzel kişilik kazanmasından bir yıl sonra 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde %34,28 oranında ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ise %46,57 oy alarak Meclis çoğunluğunu elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştur. 3 Kasım 2002 tarihinden beri programını ve amacını gerçekleştirebilecek parlamento çoğunluğuna, devletin ulusal ve uluslararası politikasını belirleme gücüne ve iktidar olanaklarına sahiptir.

Davalı partinin tüzük ve programında laikliğe aykırı bir sistem arayışı saptanamamıştır. Bununla birlikte davalı siyasi partinin programında ilan ettiğinden farklı amaç ve eğilimleri gizleyebilmesi mümkündür. Söz konusu partinin bu tür eğilimler taşıyıp taşımadığını tespit etmek için, programının içeriği, parti organlarının eylemleri ve savundukları görüşlerle karşılaştırılmalıdır. Partinin bu eylem ve görüşleri bir bütün olarak, yukarıda belirtilen çerçevede anayasal düzeni tahrip etme amaç ve eğilimlerini somutlaştırdığı takdirde, o partinin kapatılması söz konusu olabilir.

İddia makamı tarafından davalı partiye isnat edilen ve Anayasa Mahkemesince kanıt niteliğinde bulunduğu saptanan eylemlerin ağırlıklı çoğunluğu 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce 22. Yasama döneminde gerçekleşmiştir. Bu eylemlerle birlikte, iktidarda olan davalı partinin iç ve dış politikaya, yasama ve yürütme erkinin kullanımına ilişkin tüm icraatları kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Davalı parti üçte iki oranında yenilenerek 23. Yasama döneminde TBMM’de yerini almıştır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde davalı parti seçmenlerin yarıya yakınının oyunu aldığına göre, halkın isnat edilen eylemler ile partinin bütün icraatlarını birlikte değerlendirerek davalı partiye onay verdiği görülmekte; buna dayalı olarak demokratik ulusal iradenin yasama ve yürütme görev ve sorumluluğunun davalı parti tarafından yürütülmesi yönünde somutlaştığı anlaşılmaktadır.

Yukarıda saptanan ayrık haller dışında; davalı partinin iktidarı döneminde 1963 Ankara Antlaşması’yla birlikte Türkiye’nin temel dış politikası haline gelen Avrupa Birliği’ne giriş çabası sürdürülmüş, adaylık statüsünün elde edildiği 1999 yılından başlatılan hukuksal ve siyasal reformlara hız verilmiş, gerek Anayasa’da gerekse yasalarda esaslı değişiklikler yapılmıştır. Bu çerçevede Anayasanın 10., 30., 38., 90. ve 101. maddelerinde yapılan değişikliklerle savaş zamanlarında dahi ölüm cezalarını olanaklı kılan kurallar Anayasadan çıkarılmış, uluslararası insan hakları sözleşmelerine yasaların uygulanmasında öncelik tanınarak ulusal uygulamaların uluslararası insan hakları standartlarına uygunluğu sağlanmış, basımevi ve basın araçlarının hiçbir şekilde suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemeyeceği ve işletilmekten alıkonamayacağı esası benimsenmiş, kadın-erkek eşitliğinde ileri bir aşama olan pozitif ayrımcılık temel bir anayasal ilke olarak kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının yargılamanın yenilenmesi nedeni sayılması, Uluslararası Ceza Divanın yargılama yetkisinin kabul edilmesi, 1966 tarihli Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Haklar Sözleşmeleri başta olmak üzere birçok uluslararası temel hak ve özgürlük belgesinin iç hukuka aktarılması, gayrimüslim azınlıkların statülerinde iyileştirme sağlayan yasaların kabul edilmesi, daha az temel hak sınırlaması içeren dernekler yasasının kabul edilmesi gibi, ülkenin daha demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşturulması çabaları, özellikle ataerkil ve geleneksel toplumsal yapıyı modern bir dönüşüme açma fırsatı sunan kadın-erkek eşitliğinin Anayasaya aktarılması, Avrupa Birliğiyle müzakerelerin başlatılması, uluslararası sorunların barışçı yolla çözümüne aktif katkısı dikkate alındığında, davalı partinin sahip olduğu iktidar gücünü ülkenin çağdaş batı demokrasiler standardına kavuşması yönünde kullandığı açıktır.

Üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması amacını taşıyan ve TBMM’de temsil edilen kimi partilere mensup milletvekillerin teklif ve Genel Kurulda oylanması sırasındaki desteğiyle kabul edilen 5735 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanun’un laiklik ilkesine aykırılık nedeniyle iptal edilmesinin ardından davalı parti seçmen kitlesini eyleme ve şiddet hareketlerine teşvik etme gibi, üstlendiği iktidar gücünü bu yönde kullandığına ilişkin delile de rastlanılamamıştır.

Bu açıklamalar ışığında davalı partinin demokrasiyi ve laik devlet düzenini ortadan kaldırma veya anayasal düzenin temel esaslarını şiddet kullanarak ve hoşgörüsüzlükle tahrip etme amacı, bu amacı somutlaştıran eylemleri ve elindeki iktidar olanaklarını şiddet doğrultusunda kullandığına ilişkin veriler saptanamamış, bu eylemler kapatmayı gerektirecek ağırlıkta görülmemiştir.

Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılığı saptanan eylemlerin toplumsal tahammülün ötesine taşan sarsıcı tepkiler yaratma gücünde olması, ulus devletin yaşamsal sorunlarında çoğunluğa hâkim olabilecek aşırı endişe, kaygı ve belirsizlik yaratması, sınıfsal veya ideolojik tercihlerin öncelik kazandığı bir kamu hizmeti anlayışını somutlaştırması, toplumda anayasal güvencesizlik yaratması, toplum ve bireylerin kamu hizmeti veya özgürlük talepleri karşısında kaygı verici bir öncelik kazanması, eylemlerin şiddet veya şiddet çağrısı içermese de, tahrik, dayatma ve demokratik teamüllerle bağdaşmaz nitelikte olup olmaması, demokratik toplum düzeninin yaşamsal unsuru ve siyasi partilerin varlık, faaliyet alanını oluşturan düşünceyi açıklama, yayma ve iletme özgürlüğünün anayasal çerçevesi içinde kalıp kalmadığı ve nihayet odaklaşmaya yol açan eylemlerin davalı partinin bütününü ve temel politikasını belirleyecek ağırlıkta olup olmamasının yaptırımın türünü belirleyeceği açıktır.
Evrensel değerlerle bağdaşmayan, toplumsal barışın temel kaidelerini zedeleyecek bir tehlike ortaya koymayan, hukuk devletine olan inancı ortadan kaldırmaya yönelik ve sosyal ve siyasal karışıklıkları amaçladığı yönünde bir belirlilik de göstermeyen, şiddet çağrısından uzak olduğu değerlendirilen bu eylemler, davalı partinin çağdaşlaşma ve demokratikleşme yönündeki icraatlarıyla birlikte değerlendirildiğinde demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılığı saptanan söz konusu eylemlerin ağırlığı yönünden davalı partinin Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Yasanın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca son yıllık devlet yardımının yarısından yoksun bırakılması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

Açıklanan nedenlerle Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasa’nın 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca davalı partinin almakta olduğu yıllık devlet yardımından bu kararın Resmi Gazetede yayımlandığı yıla tekabül eden miktarının yarısı oranında yoksun bırakılması, yardımın tamamı ödenmişse aynı miktarın hazineye iadesine karar verilmesi gerekir.

Haşim KILIÇ davanın reddi, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Ayla Zehra PERKTAŞ davalı partinin kapatılması gerektiği düşüncesiyle bu görüşe katılmamışlardır.

VII- SONUÇ

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin temelli kapatılmasına karar verilmesi istemini içeren 14.3.2008 günlü, SP. Hz. 2008/01 sayılı İddianamesi ve ekleri, konuya ilişkin rapor, ilgili Anayasa ve yasa kuralları okundu, gereği görüşülüp düşünüldü:

A- Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılma davasında yapılan oylamada, Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasındaki demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi nedeniyle Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ’ın ?Parti’nin kapatılması?; Sacit ADALI, Ahmet AKYALÇIN, Serdar ÖZGÜLDÜR ve Serruh KALELİ’nin ?Parti’nin kapatılması yerine Devlet yardımından yarı oranında yoksun bırakılması?; Haşim KILIÇ’ın ise ?davanın reddi? gerektiği yolundaki oyu sonucunda, Anayasa’nın 149. maddesinin birinci fıkrasında siyasi partilerin kapatılması için öngörülen nitelikli çoğunluğun sağlanamaması nedeniyle, 2949 sayılı Yasanın 33. maddesinin göndermesiyle 5271 sayılı Yasanın 229. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince, en aleyhe olan oyların kendisine daha yakın olan oylara katılmasıyla, Anayasanın 69. maddesinin yedinci fıkrası ve 22.4.1983 günlü, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2008 yılında aldığı (son yıllık) DEVLET YARDIMI MİKTARININ YARISINDAN YOKSUN BIRAKILMASINA,

B- Gereğinin yerine getirilmesi için karar örneğinin Başbakanlığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesine,
30.7.2008 gününde karar verildi.

KAYGI ÜZERİNE _ Renata Saleci

Posted in Uncategorized on 12 Şub 2014 by buyukakin

sol a1 bw
Turan Sonsuz, SoLKitap_

Kaygı’lanmayıp da ne yapalım?

Sloven yazar Renata Salecl’in “Kaygı Üzerine”si, kaygı düzeni olan kapitalizm koşullarında bireyleri ve toplumları esir alan bir ruh hali olarak kaygı kavramını masaya yatırıyor.

Savaşlar, işgaller, patlayan bombalar ve yaralanan, ölen insanlar… Kriz, işten çıkarmalar, işsizlik, yoksulluk ve açlık… Sağlıksız beslenme, şeker, kolesterol, kalp ve damar hastalıkları… Sevmek ama sevilmemek, anlaşıl(a)mamak, her zaman “ideal” insanı bulma arayışı… Her alanda “doğru” olanı bulmak, “rasyonel” olanı “seçmek” gerekliliği, “marjinal” olma riski…

Kapitalist toplumların yaşamını koşullayan bu olgulara bakıp da, bir kaygı çağı yaşadığımız tespitine katılmamak mümkün değil.

Öte yandan, yukarıdaki tabloya “daha doğal ne olabilir ki” dediğimiz kaygı kavramının sürekli olarak olumsuzlandığını görüyor, kaygıdan kurtulmak yönünde sürekli telkinlere maruz kalıyoruz. Bu telkinler ve çözümler, bizzat “kaygı yok edici” haplar-ilaçlar değillerse, belki onlardan da tehlikeli olan ve genellikle de “… adımda” olan kişisel gelişim rehberleri oluyor.

Peki kaygı nedir ve psikolojik evrenimizde nasıl oluşuyor?

Doğal mıdır yoksa kurtulmaız gereken bir anomali midir? Çelişkilerin belirlediği kapitalzmkaygısız bir dünya mümkün müdür?

Slovenyalı sosyolog ve düşünür Reneta Saleci‘nin kaleme aldığı “Kaygı Üzerine” isimli çalışması temelolarak bu sorulara yanıt arıyor. Metis Yayınları’ndan heçtiğimiz ay basılan Kaygı Üzerine Barış Engin Aksoy’un yrtkin çevirisiile Türkçe’ye kazandırılmış..

Kaygı nedir?

Yazar Renata Salecl kaygı olgusunu tanımlar ve incelerken, psikanalizin kurucusu ünlü Avusturyalı nörolog Sigmund Freud ve Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın sundukları içgörülerden yola çıkıyor.Freud’un erken dönem çalışmalarında, kaygıyı büyük ölçüde biyolojik kaynaklı bir süreç olarak tanımladığını saptayan Salecl, kuramının gelişimiyle birlikte Freud’un kaygıya yönelik açıklamalarını kökünden değiştirerek ruhsal boyuta taşıdığına işaret ediyor.

Olgun döneminde Freudçu perspektif ise, en indirgenmiş haliyle kaygıyı “özne olarak insanın, sahip olduğu nesnenin yitirilme tehlikesine karşı verdiği tepki” olarak tanımlıyor. Şüphesiz burada nesnenin en geniş tanımıyla yer aldığını belirtmekte fayda var. Freud, kendi eserlerinde bunu büyük ölçüde cinsel haz alma yetisiy-le ilişkilendirirken (hadım edilme korkusu), Freud sonrası Freudçu okulda çeşitli görüşler oluşmuş ve bazı psikanalistler kaygıyı bizatihi özne-nin yaşamını yitirme korkusuyla ilişkilen-dirirken, bazıları da genel olarak hayattan haz alma yetisinin kaybına yönelik korkuyla ilişkilendirmiştir.

Kaygı Üzerine’nin bir diğer kuramsal kaynağı olan ve Freud’un kuramına köklü bir değişim getiren Jacques Lacan ise, bireyi çevreleyen kurumlar, ritüeller, karşı cins, kültür, dil ve benzeri öğelerden oluşan geniş semboller ağını “büyük öteki” olarak tanımlar. Bireyin konuşan bir varlık haline gelip semboller ağında yer almasıyla, tüm gücünü sembollerden alır hale geldiğini (yani kendi başına bir hiç olup, sembolik bir düzende belli bir yer işgal ederek geçici bir güç ve statü kazandığını) öne süren Lacan, bunun bir tür hadım edilme olduğunu savunur.

Öte yandan, Lacan’a göre bireyin kaygısının kaynağında “büyük öteki”den gelecek bir hadım tehdidi yatmamaktadır. Lacan’a göre kaygının esas kaynağı, “büyük öteki”nin bölün-müş ve tutarsız olmasıdır: “Öteki yarılmıştır, bütün değil-dir, ki bu da mesela Öteki’nin arzusunun ne olduğunu veya Öteki’nin arzusunda nasıl göründüğümüzü söyleyemeye-ceğimiz anlamına gelir. Öteki’ne anlam verebilecek (ve mesela Öteki’nin arzusuna bir yanıt sunabilecek) olan tek şey bir imleyendir –işaret eden, anlam veren (T.S)-” (s.30)

Özneyi çevreleyen “geniş öteki”nin arzusuna yanıt verebilecek tek şey olan imleyenin eksikliği durumunda, oluşan bu boşluğa öznenin hadım edilişin-den bir işaret gelir ve yerleşir. Diğer bir deyişle, “öteki”ndeki eksiğe karşılık kendisinde bir eksik göremeyen özne açmaza düşer. Lacan’a göre kaygının kaynağı budur.

Kaygı halleri

Kaygı Üzerine, giriş bölümündeki başarılı teorik serimleme-nin ardından, modern kapitalist toplumlardaki kaygı durumlarını temel dört başlıkta inceleyerek devam ediyor:
Savaş zamanlarında kaygı, başarısızlık kaygısı, aşk kaygıları ve annelik kaygısı.
Salecl, kapitalist toplumda görünür otoritenin kaybolmasıyla oluşan kaygı-ya bir çözüm olarak sunulan “tanıklık” kavramını ve bunun sonuçlarını da ek bir bölümde tartışıyor.

Her bir bölümde canlı örneklere yer veren Salecl, yer yer edebiyat ve sinema eserlerini de çözümleyerek metnini canlı tutuyor. Bölümler arasında, özellikle günümüz kapitalizminde “seçim” kavramı üzerinden yeniden şekillenen tüketimin bireyler üzerinde yarattığı baskıya yönelik özgün çözümlemelere yer verildiğini söylemekte fayda var. Ayrıca, ABD ekonomisinde 1990’lar-dan 2000’lere geçişte yaşanan değişimin, kısa bir süre zar-fında gerçekleşiyor olmasına rağmen ana akım iletişim araçlarıyla topluma yayılan telkinleri ne kadar hızlı biçimde dönüştürdüğünü görmek ger-çekten şaşırtıcı. Çalışmanın son bölümünü oluşturan “otorite sonrası” toplum çözümlemesi ise, rotasız bir gemi görüntüsü veren 21. yüzyıl dünyasında bireylerin otorite arayışları ve gericilik bağlamına ilişkin önemli ipuçları sunuyor.

Her durumda, kaygıyı anlamaya yönelik önemli ipuçları sunan ve birtakım yoğunlaşma/araş-tırma alanlarına işaret eden Kaygı Üzerine, ilgili okurun edinmesi gereken kitaplar arasında yer alıyor.

SoL Kitap_12.02.2014 Sayı 72 S.8
Kaygı ÜzerineRenata Saleci _Barış Engin Aksoy,
Metis Yayınları, Aralık 2013, 152 sayfa.

Metni paylaşanın notu;

Renata Saleci ve eleştirmen Turan Sonsuzun kaygı üzerine şu tanımlaması çok dikkat çekici: … Savaşlar, işgaller, patlayan bombalar ve yaralanan, ölen insanlar… Kriz, işten çıkarmalar, işsizlik, yoksulluk ve açlık… Sağlıksız beslenme, şeker, kolesterol, kalp ve damar hastalıkları… Sevmek ama sevilmemek, anlaşıl(a)mamak, her zaman “ideal” insanı bulma arayışı… Her alanda “doğru” olanı bulmak, “rasyonel” olanı “seçmek” gerekliliği, “marjinal” olma riski…

Kaygısız insan yok elbette ama ..’her zaman “ideal” insanı bulma arayışı… Her alanda “doğru” olanı bulmak, “rasyonel” olanı “seçmek” gerekliliği..’ vbg kaygılara tutsak olarak aslında elimizdeki yaşamı, ilişkileries geçtiğimizin, hatta bu kaygılar ile harcadığımızın da keşke bir ayırdında olabilsek..

buyukakin,
12.02.2014

Komplo teorilerinin nesi yanlış? _ John Molyneux

Posted in Uncategorized on 02 Şub 2014 by buyukakin

PARALEL-DEVLET5

Geçtiğimiz aylarda komplo teorilerinin, bazen solun içinde de, giderek artan bir sıklıkla ortaya çıktığını fark ettim. Bana kalırsa bunun olmasının ciddi bir nedeni var. Dünya bir çalkantının içinde, toplum pek çok açıdan çöküyor; ekonomik kriz ya da krizler, iklim krizi, siyasi yabancılaşma krizi, skandalların yaygınlaşması, isyanlar vb.

Bu, pek çok insan için çok korkutucu bir durum ve eğer bugün İrlanda’da olduğu gibi, işçi sınıfı hareketi açık bir yol önermiyorsa, insanlar cevap ararken her türlü yöne bakabilirler. Bu, özellikle solun göreceli olarak zayıf olduğu bir ortamda, insanlar yeni radikalleşmişse geçerli bir durum.

Ancak bu fenomen ne kadar anlaşılır olsa da, komplo teorileri, hem dünyayı anlamanın hem de onu değiştirmenin önünde bir engel oluşturduğu için, bu aynı zamanda bir sorun. Bu nedenle, bu yazı dünyayı komplo teorileri üzerinden okumanın neden yanlış olduğunu inceleyecek.

Bunu, genel terimleri kullanarak, Marksist bir analiz ile komplo teorisi arasındaki ilkesel farkları açıklayarak, toplumun yapısının ve iktidarın nasıl işlediğinin anlaşılmasında ilkinin neden ikincisinden daha derin bir açıklama sunduğunu göstererek yapacağım.

Bu yöntemi tercih ettim, çünkü komplo teorisiyle uğraşırken ilgilenmeniz gereken bazı güçlükler var. Bunlardan biri, onlardan çok fazla olması; dolayısıyla bir teoriye inandırıcı bir cevap üretir üretmez, bir diğeri onun yerini almak için öne çıkıyor. Bir diğer güçlük ise, ne kadar saçma olursa olsun, bir komplo teorisini çürütmek için gereken çaba ve bilginin epeyce fazla olması. Örneğin, piramitleri uzaylıların yaptığı teorisini çürütmeyi bir deneyin. Üçüncü zorluk, Marksist bir analiz ile bir komplo teorisi arasındaki farkın, Marksistlerin komploların var olmadığını düşünmelerinden kaynaklanmaması. Aksine, telefon dinlemesi olayında ya da Irak savaşı konusunda halkın yanlış yönlendirilmesinde gördüğümüz gibi, siyasetçiler, işadamları, medya, polis vb zaman zaman komplolar kurarlar.

Öyleyse genel anlamda komplo teorileri ile Marksizm arasındaki asıl farklar nelerdir? Ben temelde dört önemli fark olduğunu düşünüyorum.

1. Komplo teorileri ‘özel’ ya da ‘gizli’ bilgiye dayanır. Buna karşın sosyalizm ve Marksizm konusu, çoğunlukla bilinen ve herkes tarafından ulaşabilen bilgilere dayandırılabilir (ve dayandırılmalıdır da). Açıkçası ‘Kapital’ , Troçki’nin ‘Rus Devrimi Tarihi’ veya Chris Harman’ın ‘Halkların Dünya Tarihi’ gibi kitaplar, çoğu ‘sıradan’ insanın bilmediği bilgiler içerir; fakat bu klasik eserleri diğerlerinden ayıran, ‘şaşırtıcı’ gerçekleri ifşa etmeleri değil, olguların yorumlanması ve onların arasında kurulan bağlantılardır. Bu önemlidir çünkü var olan sistemin radikal bir eleştirisi geniş kitlelere ulaşacak ve onları etkileyecekse, bu eleştiri, çalışan insanların deneyimleriyle bağlantı kurmak zorundadır. Marksizm, önemli bir anlamda işçi sınıfı deneyimlerinin ve o deneyimlerden çıkan sonuçların genelleştirilmesidir. Aynı nedenle, saklı kanıtları ortaya çıkarmak için saatler süren özel araştırmalara dayanan fikirlere kitlesel destek kazanılması da hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bu durum, hiçbir açıdan komplo teorilerinin merkezi ya da temel bir karakteristiği olmasa bile, ilk olarak bakılabilecek yararlı bir göstergedir.

2. Marksistlerin ve komplo teorisyenlerinin, toplumun nasıl işlediği ve onu kimin işlettiği konusunda çok farklı görüşleri vardır. Çoğu komplo teorisinin merkezinde, çok az sayıda, gizli, seçkin ve hepsi birbiriyle iletişim hâlinde olan bir grup insan tarafından yönetilen, olmakta olan önemli her şeyi az ya da çok onların kontrol ettiği bir dünya düşüncesi yatar. Marksizm, toplumların toplam nüfusu içinde küçük bir azınlık olsa da, %1 diyelim, yine de geniş bir insan topluluğundan –İrlanda’da 40.000, Britanya’da yarım milyon kadar– oluşan egemen sınıflar tarafından yönetildiğini savunur. Dahası, onlar, başlarında egemen sınıfın üyelerinin bulunduğu hiyerarşik yapılar olan devlet aygıtlarının (ordu, polis, mahkemeler, hükümet organları vb) yardımıyla hükmederler. Komplo teoricisi bakış açısı, doğası gereği mantıksızdır çünkü bu kadar küçük bir grup, karmaşık modern bir toplumun yönetilmesi için gereken sayısız kararı alamaz, bu kararların alınmasını gözetleyemez bile. Eğer yapabilseydi bile, son derece istikrarsız olurdu ve kolayca devrilirdi. Gerçekte, büyük kapitalist ülkelerin rejimleri (özellikle Amerika Birleşik Devletleri), İkinci Dünya Savaşı’ndan beri dikkat çekecek derecede istikrarlı ve güvenlidir.

3. Komplo teorisyenlerinin iktidar yapısı anlayışını güçlendiren bir düşünce de, dünyayı yöneten grubun şahsi ilişki yoluyla kaynaşmış ‘sırdaş’lardan oluştuğudur. Marksist bakış açısının temelinde ise egemen sınıfı bir arada tutanın onların ortak çıkarları, özellikle işçileri sömürmekten olan ortak çıkarları olduğu fikri vardır. Bunu kavramak, durmaksızın gizli komplolar keşfetmeden de iş dünyasının ve hükümetin neden böyle davrandıklarını anlayabilmemizi sağlar. Her iki grup da kapitalizmin nesnel mantığıyla, yani rekabetçi sermaye birikiminin mantığıyla kısıtlanmıştır ve onlara bu mantık yön vermektedir. Komplo teorilerinde sistemin nesnel bir mantığı yoktur, bu durum da bize onun gelişiminin anlamak için en son komployu ortaya çıkarmak dışında bir seçenek bırakmaz.

4. Marx’ın ‘Kapital’de derin bir şekilde araştırdığı rekabetçi sermaye birikiminin mantığını kavramak, sadece egemen sınıfı neyin birleştirdiğini değil, onları neyin böldüğünü de anlamamızı sağlar. Bu sadece iki kapitalist için değil, iki kapitalist ülke için de geçerlidir. Dolayısıyla bu da, modern tarihte büyük rol oynayan yinelenen iç emperyalist çatışmaları ve savaşları anlamak için gereklidir. Komplo teorileri, egemenlerin birliğine (ve gücüne) devamlı olarak olduğundan fazla değer biçer. Üstelik, egemenleri krize sokan kapitalizmin nesnel çelişkilerinin herhangi bir analizinden (Marksist aşırı üretim ve kar oranlarının düşme teorileri gibi) yoksun olduklarından, komplo teorisyenleri maksada mahsus ekonomik kriz açıklamaları üretirler. Sanki hisse senedi değerlerinde trilyonların yok olduğu büyük bir durgunluğa girilmesi ve üretici etkinliğin düşmesi sistemin çıkarınaymış gibi, çoğunlukla fantastik, krizlerin kasti olduğu açıklamasına (çünkü önemli her şey gizli yöneticiler tarafından planlanmış olmalıdır) geri çekilmek zorunda kalırlar. Sistemin son tahlilde hiç kimsenin kontrolü altında olmadığını açıklayan Marksizm’in aksine, komplo teorileri genel olarak tarih boyunca egemenlerin elindeki kontrol gücünü çok büyük oranda abartırlar.

5. Komplo teorileri, tarihin birbirini izleyen gizli komplolar olduğuna dair bir inancın ötesinde kapsamlı bir tarihsel gelişim teorisine dayanmaz. Dolayısıyla onlar, sınıflı toplumun kökleri ve yükselişi, feodalizmden kapitalizme geçiş, sanayi devrimin nedenleri gibi kapsamlı sosyal ve tarihsel değişimleri sınıflandırmak ve açıklamak konusunda bir işe yaramazlar. Güncel durumlarla ilgili spesifik Marksist analizler tarihsel materyalizmi temel alır. Tarihsel Materyalizm, Geoffrey de St.Croix’in ‘Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi’ E.P. Thompson’ın ‘İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’, Christopher Hill’in ‘Dünya Altüst oldu’ ve güçlü bir sentez olan Chris Harman’ın ‘Halkların Dünya Tarihi’ gibi en iyi kalitede tarihsel çalışmaları mümkün kılan genel bir teoridir. Komplo teorilerinin bununla karşılaştırılabilecek itibara sahip hiçbir şeyi yoktur.

6.
Komplo teorileri genel olarak insanları komplo hakkında bilgilendirmeye çalışmanın ötesinde dünyayı değiştirmek için pratik bir eylem stratejisi önermezler. Buna karşın Marksizm; Marx’ın sınıf mücadelesi teorisini temel alan, devrimci değişim için yüz altmış yıldır aralıksız olarak yürütülen kapsamlı stratejinin, pratiğini üzerinden şekillenmiştir. Bütün bu dönem boyunca Marx’ın sınıf mücadelesi teorisine, Rosa Luxemburg’un kitle grevi, Lev Troçki’nin sürekli devrim, Lenin’in devrimci parti ve Lenin ile Troçki’nin birleşik cephe teorileri ve daha pek çok başka katkı eklendi. Dolayısıyla, Marksizm’in komplo teorilerine kıyasla, kapitalizmin nihai çöküşünü sağlama perspektifi ve işçi sınıfının etkisini arttırabilmek için bugün ve yarın somut olarak ne yapılmasını gerektiğini söyleyebilme yeteneği gibi büyük avantajları vardır. Komplo teorileri bu güçten tamamen yoksunlardır.

7. Komplo teorisyenlerinin en tipik özelliklerinden biri, iş olayların resmi açıklamasıyla kendilerinin yaptığı açıklamayı kıyaslamaya gelince açıkça çifte standartlara sahip olmalarıdır. Bir olayın hükümet veya medya tarafından yapılan açıklamasının tutarsızlıklarını göstermeye veya ona kuşku düşürmeye çok çaba harcamanın, hiçbir ciddi kanıt veya ispat olmadan kendi yorumlarının ya da açıklamalarını haklı çıkaracağını düşünürler. Örneğin, pek çok komplo teorisyeni eğer resmi açıklamaların aksine geçtiğimiz hafta Dublin üzerinde bir UFO’nun uçtuğunu kabul ettirebilirlerse bu onlara güvenle (ama kanıt olmadan) bu UFO’ların Mars’tan gelmiş olabileceğini açıklama hakkı verirmiş düşüncesindeler gibi gözüküyor. Buna karşın Marksistler kesinlikle olayların standart burjuva izahatlarına karşı eleştirel olsalar da, kendi yorumlarını ortaya koymak için çok daha fazla çaba harcarlar. Marx’ın ‘Kapital’i yazarken ortaya koyduğu muazzam emek bunun bir örneği olsa da, Lenin’in ‘Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’, Troçki’nin ‘Rus Devrim Tarihi’, Tony Cliff’in ‘Rusya’da Devlet Kapitalizmi’ ya da Chris Harman’ın ‘Zombi Kapitalizmi’ gibi söylenebilecek çokça eser vardı.

8. Sonuncu, fakat öncekiler kadar önemli olan bir nokta; çoğu komplo teorisinin merkezinde ırkçı, çoğunlukla antisemitist bir unsur vardır. Sıklıkla ülkeyi ya da dünyayı kontrol eden ‘gizli iç hükümet’in aslında (bazen Katolikler olsa da) Yahudilerin veya Siyonistlerin komplosu olduğu iddia edilir. Bunun bir işareti, Rothschild ailesi ve onların dünyadaki bankaların hepsine ya da çoğuna sahip oldukları veya onları kontrol ettikleri konusundaki tekerrür eden takıntıdır. Bu, dünyayı kontrol etmek için oluşturulan uluslararası Yahudi komplosu düşüncesinin, İsrail devletinin kuruluşuna ve Filistinlilerin ezilmesine yol açan bir siyasal hareket olarak Siyonizm’e yöneltilen Marksist ve sol eleştiriyle hiçbir ilgisi yoktur. O, bundan ziyade, uzun zamandır süren ve hem saçma hem de politik olarak tehlikeli olan ve tüm ilerici insanlar tarafından şiddetli bir şekilde reddedilmesi gereken rezil antisemitist önyargının bir ifadesidir.

Bir bütün olarak komplo teorisi yaklaşımıyla, Marksist yaklaşım arasındaki temel farklar bunlardır. En başta belirttiğimiz noktalara geri dönmek gerekirse, bugün komplo teorilerinin bu kadar popüler olması oldukça anlaşılabilir bir durum. Hatta Marksizm, insanların dünyaya kendi kontrolleri dışındaki gizli güçler tarafından hükmedildiğini düşünmesinin nedenini açıklamak konusunda oldukça yararlı olabilecek bir teoriyi de (yabancılaşma teorisi) kapsar. Marksizm aynı zamanda, gerçekten var olan komploları analiz etmek için de en uygun yapıyı oluşturur, çünkü onları kendi başlarına sistemin merkezi gücünü oluşturan bir şey olarak düşünmek yerine, kapitalist sistemin temel nesnel kuvvetleri ve çelişkileri içine yerleştirir. Buna karşın komplo teorileri, hem dünyayı anlamayı zorlaştırırlar hem de insanları direnişe geçme ve dünyayı değiştirme konusunda perspektifsiz bırakıp onları pasifleştirmeye eğilimlidirler.

John Molyneux

http://www.marksist.org/dosyalar/13835-komplo-teorilerinin-nesi-yanlis
Perşembe, 23 Ocak 2014
Türkçe’ye Onur Devrim Üçbaş tarafından çevrilmiştir.